21 Aralık 2007 Cuma

Son biberin şerefine

1932 km geride neler bıraktım? Aile büyükleri, ailenin diğer üyeleri, bir ev, çoktan satılmış olan bir araba, beyaz eşyalar, mobilyalar, birçok arkadaş, hala görüşmeye devam ettiğimiz birkaç arkadaş, güzel yiyecekler, İstanbul trafiği, öğretmenlik hayatı... Listeyi uzatabilirim daha. Şimdi bir de şöyle düşünelim, 1932 km geride bırakıp da bıraktığıma üzüldüğüm neler var? Aile büyükleri ve diğer aile üyeleri, birkaç arkadaş. Araba çoktan satıldı, satılmamış olsaydı da eskiliğinden yakınacaktık, birkaç arkadaş dışındakiler bize gözden ırak olunca gönülden de ırak oldunuz mesajı çektiler, ev artık ailemizin büyüklüğünü düşününce yetmez durumda, içindeki eşyalar eskidiler, buradaki yemeklere alıştık, trafik derseniz en alası zaten burada var, öğretmenlik bitti ama başka meslek dallarına geçtik derken elde var ne? Hasretin yoğurdu hayatın gerçekleri...

Son zamanlarda biraz durgunluk vardı aslında bende. Çok düşünür olmuştum geride kalanları. Sonra burada da pek çok şeyi geride bıraktığımı farkettim. Acemilik, çekingenlik, “hayır” diyememe sendromu, alınganlık, hassaslık... Tabi bunların hiçbiri kendiliğinden çıkıp gitmediler hayatımdan. Şebnem Ferah bir şarkısında “Son günlerde çok düşünür oldum, Zor zamanları çabuk atlatır oldum. Hayatıma giren herkese, Yaşanmış her şeye, Teşekkürler büyüyorum sizinle” diyor ve ne güzel de ifade ediyor. Biz de büyüdük geride bıraktıklarımızla. Moskova’ya geleli ne çok kişi gelmiş, ne çoğu gitmiş, kimisi unutmuş, kimisi unutulmuş. Hatta hergün gördüklerimiz bile bakar kör olmuş, anlayışsız olmuş, kendi derdinde olmuş, belki kendi halinde olmuş ya da başkasının halinden anlamaz olmuş hatta şehrin içinde kaybolmuş. Ama demek ki böyle büyüyor insan bir şekilde.

Nerden gelmiştim ben bu noktaya?

Ah hatırladım şimdi... Şu son biber olayı. Geçenlerde arkadaşta yemekteydik. Her hafta sonu olduğu gibi yani. Hep diyorum ya burada bizler birbirimizin ailesi, anası, babası, kardeşi, yoldaşıyız. Öyle kadehler beyaz beyaz tokuşurken masanın üstünde, yine yoldaşlık yapıyoruz birbirimize, yoksa geçmez hayat yalnız, dostsuz, kadehsiz, sofrasız, sohbetsiz ne Moskova’da ne de dünyanın bir başka yerinde...Beyaz kadehler tükenirken teker teker, derin sohbetler, şakalaşmalar, bazen hüzün, bazen keyif hepsi birbirine giriyor, sofradaki yemekler teker teker tükeniyor derken, hayat akıp gidiyor masanın altından. Ah şu güzel memlekette bir de her aradığımızı, her aradığımız zaman ve her aradığımız yerde bulsak değil mi? Ama belki de işin tadı ondadır. Hani az bulununca kıymete biniyor herşey ya... Bir de bakıyoruz ki taa Türkiye’den gelmiş, arkadaşımız tarafından gizlenip saklanmadan, hiç düşünmeden kızartılmış, sarmısaklı yoğurtla döşenmiş biberlerden sadece bir tane kalmış...

Son biber...

Herkes birbirine bakıyor ama kimse kıyamıyor biberi yemeye. Herkes birbirine ikram derdinde ve çıkıp birimiz son biberi alıp yanındakine uzatıyor. Al arkadaşım diyor, son biber senin olsun ve yeniden beyaz kadehler kalkıyor, tokuşturuluyor. “Son biberin şerefine”

O son biber aslında günün içindeki en önemli şey o anda. Hani az bulununca kıymete biniyor herşey ya... Dostluklar gibi yani... Son biberi, günün son saatlerini, son kadehi, son gülüşü, son güveni, son şefkati, son anlayışı, son affetmeyi, son... Belki de hiçbirinin sonu olmadığı için... Çünkü dostluk kayıtsız ve şartsız, kinsiz ve hesapsız, çünkü dostluk sonsuz olduğu için. Hatta dilini konuştuğun memleketinden 1932 km uzaktayken bile. Aslında, özellikle memleketinden 1932 km uzaktayken...

O zaman buyrun, son biberi size ikram ediyorum dostlarım, son biberin şerefine içelim...

17 Aralık 2007 Pazartesi

Canavarın uyandığı an...

Moskova Uluslararası Kadınlar Kulübünün her kış, yeni yıl öncesi büyük bir kermesi oluyor. Pazartesi günü de yine kermesin yolları taştandı haliyle... Eh alışveriş olur da biz bayanları kim tutar? İlk zamanlar bu kermes bana otantik bazı eşyaları bulma fırsatıydı. Oldum olası ülkelere ait otantik şeylere bayılmışımdır. Eh bundan 7-8 yıl önce uygun fiyata bu tarz ürünleri burada bulmak çok zordu. Bu yüzden de asla aksatmadım bukermesi. Üstelik kermesin amacı da alışveriş çılgınlığının edepsiz yüzünü bir parça da olsa gölgeliyordu. Evet biliyorum, bu bir bahane olamaz. Yardım amaçlı bile olsa alışveriş...alışveriştir işte...

Ancak zamanla işin rengi değişmeye başladı. Artık Moskova’da bulamadığınız bir otantik eşya kalmadığı gibi bu kermes de gittikçe pahalı bir hal alır oldu. Yine de işin ucunda sadece yılda bir defa düzenlenenm bir kermes var ve eğer bugün gitmezsem ne yaparım sonra 1 yıl boyunca... İşte alışveriş canavarının canlandığı andır... ne kadar bastırmaya çalışırsam çalışayım, o içimden kibirli ve kendini beğenmiş edası ile çıktı bir kere laf dinletemem ki... Her yıl bunun mücadelesini verir, içimdeki IWC Kış Kermesi canavarına laf dinletmeye çalışırım, olmaz. Ama birkaç yıldır işin püf noktasını buldum sanırım. Kendime bir hedef belirledim. Yoksa yakında Moskova’ya gelen bütün tuıristler müze gezi programlarının içine benim evimi de dahil etmek zorunda kalacaklardı. Bundan 3 yıl önce kermesde bir o yana bir bu yana koşturup benim alışveriş canavarımın diğerlerinin arasından sıyrılıp, standlara yanaşabilmek için iki yanındakileri itekleyerek sıkışmaya çalışmasını izlerken birden silkelenme ihtiyacı duydum. Ne yapıyorum ben? İşte tam o sırada iki masa ilerdeki Senegal masası gözüme ilişiverdi. O ne güzel masklardı öyle. Evet çok ucuz değillerdi ama her biri birbirinden güzel göründü gözüme. Evde 2 yıl önce aldığım Kamerun maskesi geldi ve Türkiye’de yaşarken eşimin Etiyopya’dan getirdiği büst canlanıverdi benliğimde. İşte amacımı bulmuştum... Mask kolleksiyonu yapacaktım ve buna şu anda başlayacaktım. O andan itibaren kermesde stand kurmuş diğer tüm ülke masaları gözümde silindi. Artık sadece Afrika ülkeleri ilgimi çekiyordu.

İşte o gün bu gündür amacım bellidir, hedefim Afrika masalarıdır. Aslında heryerde mask bulmak mümkün ama işin sırrı o maskları geldiği ülkenin insanından sorarak ve öğrenerek almada. Geçen yıl Senegal standından aldığım bereket maskı gibi. Hoş gerçi bu maskların çoğu ya bereket getirsin ya da savaşçı ruhu ortaya çıkarsın diye ama işin zevki ne biliyor musunuz? Eve gelip de maskların asılı olduğu duvara bir yenisini asıp karşısına geçip “Süper oldu” demek. Artık duvarımda 2 Senegal, 1 Kamerun, 1 Kongo ve bir de hangi ülkeden aldığımı hatırlamadığım masklarım var. Tabi artık akıllandım, maskı aldıktan sonra hemen bir kenara not ediyorum nereden aldığımı.

Kermese gelince. Her yıl olduğu gibi bu yıl da tüm kermesi tek tek gezdik arkadaşımla. Sadece bir defa gezebildik. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü genellikle arkadaşlar olayın abartısına kaçıp birkaç defa yeni birşeyler bulma umudu ile geziyorlar. Tabi o da mantıklı bir yaklaşım, o kalabalıkta görmediğim pek çok şey olduğundan eminim. Ama zaten bu tarz alışverişlerde bence ilk görüp vurulduğun doğru seçimdir. Zaten fark etmeden bilinç onu görür görmez seçmiştir ve bu durumu bulandırmanın anlamı yoktur. Maskımın dışında, bir adet Türkmen el yapımı ipek kilim aldım. Kilimlere olan ilgim ta çocukluk yıllarıma dayanır ve her sene kermesde kilim, halı türü ürünler çeşitli standlarda olur ancak ben hiç almak için istek duymazdım. Ama bu kilimi görür görmez naturel renkleri resmen beni cezbeddi. Tabi bir kermese gelip de bebek almadan da omaz. Elif ve ben birer Ukrayna bebeği aldık. Pek iyi hatırlamamkla birlikte ya Peru ya da Meksika standından da yine birlikte duvar panosu. Zaten ikili satılıyorlardı, bir paket alıp paylaştık. Onun dışındaki ufak tefek şeyleri saymıyorum ama özellikle aldığımız birşey bizce çok anlamlıydı. (Özellikle Elif için. Bu konudaki hassasiyeti düşünülürse...) Bir standda sokak köpekleri için birbirinden şirin kart postallar satılıyordu. Siyah beyaz kedi ve köpek fotoğrafları. Tabi geliri hayvanlar için kullanılıyor. Ama aldığımız kartlar doğruca Eskişehir’e gidecek, eskişehir Hayvanları Korunuma Derneğine(EHKD). Kimbilir belki EHKD’nin kermesi için başka sürprizler de gidebilir...
Bu arada heralde kermesde standlara yayılmış bütün o eşyalar, hediyelikler ve sanat eserlerinin içinde bir güzellik vardı ki kimsenin onu almaya parası yetmez. Hindistan standında canlı renklerle dokunmuş kumaşların üzerine yüzü koyun yatmış, elinde şahmaran bileziği ile yumuk yumuk elli, tatlı suratlı bir kız çocuğu. Alışveriş canavarları egolarını tadmin ededursunlar, o gürültüde ve kargaşada bu küçük, sevimli kız çocuğu sere serpe yatmış mışıl mışıl uyuyor. Dokunup uyandırmaya kıyamasak da fotoğraf almayı ihmal etmedik elbette.

Son olarak kermese gelip de uğramadan asla çıkmayacağımız salondaydı sıra. Her ülkenin kendi yemeklerini tanıttığı bölüm. Öznce tamamını turladık, T.C Büyükelçiliğinin standına öncelikle uğradık. Yazık ki sarmalar bitmişti bile ama acılı ezmeli ekmekler süperdi. Ellerinize sağlık arkadaşlar... ama değişik mutfak deneme arzumuz giderek kabarırken kararımızı Lübnan masasında kılaraktan tabaklarımızı doldurduk. Yemekler Moskova’daki Sultana restorandan geliyormuş. İyi bir yerden geldikleri zaten belliydi, gerçekten çok lezzetliydiler. Hele bir köfte yedik, bizim içli köftenin esmer bulgurla yapılmışı. Heralde bizim mutfağımıza çok yakın olduğu için olsa gerek, çok beğendik.

Sonunda bir kermes daha geride kaldı. Ama şu bir gerçek ki her yıl bir öncekinden daha pahalı oluyor standlar. Yine de bu kadar çok kültürü bir arada bulabileceğimiz tek yer olması bakımından bence kesinlikle gezilmesi gereken bir kermes. Eh tabi bir de hedefiniz olursa alışveriş de keyif oluyor. Ne yapalım artık bir yıl bekleyeceğiz yeni kermes için. Beklemek çok zor olmasa da...

10 Aralık 2007 Pazartesi

Kömürde Kestane

Akşamüstü hava karamaya başlamış, ortalık işlerinden eve dönmeye çalışan insanlarla dolmuş. Otobüs duraklarında uzun sıralar oluşmuş, havada kar kokusu var. Belli ki ya bu gece, en geç yarın sabah kar bastıracak. Belki okuldan dönüyorum, belki de indirim zamanı alışverişe gitmişiz annemle, paketleri yüklenmişiz, eve dönmeye çalışıyoruz. Otobüs sırasına girmiş beklerken o tanıdık koku geliyor burnuma, kış aylarının en sevdiğim yiyeceklerinden birisi, kömürde kestane...

Her ne kadar on yıldır Moskova’da yaşasam, bu şehri çok sevsem ve alışmış olsam da bazı alışkanlıklar var ki asla vazgeçilemiyor. Soğuk kış günlerinde kalın kabanlar üzerimizde, beremiz, atkımız eldivenlerimiz sıkı sıkı giyinmiş Tunalı’yı arşınlarken annemle, yanından geçtiğimiz kestaneciden yüz gram kestane almak gibi. Soğuktan ellerimiz donarken sıcacık kestanelerin elimizi yakmasını hissetme Eldiveni çıkarsanız sıcağından yiyemezsiniz, giyseniz kestaneyi ayıklayamazsınız, ama o ikilem arasında dişinizin kavuğuna bile girmeyen, asla yeterli gelmeyen, yarısı çürük olduğu için giderek azalan kestanelerin tadına varmak. Kestane kokusu ile karın yaklaştığını müjdeleyen havanın kokusunun birleşiminin, gezmekten yorgun düşen ayaklarımızın ağrısını unutturması. Otobüs geldiğinde önden binmeye çalışıp boş yer bulma çabası. Kese kağıdındaki kestaneler teker teker tükenirken, hiç bitmesin isterken, iki katlı halk otobüsünün Necatibey caddesinde sıralanmış ağaçlara vuran tavenının yıkırtılı sesi. Gece ışıkları altında aydınlanan tanıdık yollara başın cama yaslanmış bakarken göz kapaklarının ağırlaşıp o tatlı, geçici tavşan uykusuna dalış. Ara ara bir türlü birbirinden ayrılmak istemeyen o göz kapaklarını birbirinden ayırıp hangi durağa geldiğine bakma çabaları ve son olarak apar topar telaş içinde, hiçbir paket eksik olmasın diye defalarca ellerimizdekilere bakıp kendimizi otobüsden atışlarımız.

Kış mevsiminin Ankara’da olmazsa olmazlarından birisi daha, eşimle uğramadan dönmediğimiz bir başka lezzetli durağımız Akman pastanesi. Önce Yükseldeki Dost’a (Dost kitap evi) mutlaka uğranır, kitaplar, cd’ler ve tabi dergiler yüklenilir, ardından üşüyen vücudumuza Akman’dan bol tarçınlı salepler ikram edilir. Öyle sıcak gelir ki aslında biraz soğusa dersiniz ama bir türlü onun soğumasını bekleyemez, sabredemezsiniz. Anında tarçınlı üstü kaymak olur, ilk yudumu alır almaz sanki bütün iç organlarınız kavrulur ama o lezzet hiç bir şeye değişilmez o an. O salep neler neler yaptırır insana bir bilseniz. Moskova’ya ilk geleceğim zamandı ve “ Moskova’da salep yok. İçmeden şurdan şuraya gitmem” diye şımarık kız çocukları gibi tutturmamın ardından ilk gördüğümüz pastaneye girdiğimizi hatırlıyorum. Salebin içimi dışımı saran mis kokulu dumanı beni nasıl büyülediyse, eve dönene kadar o çok önemli eksiği bile farketmemiş olmama hala şaşarım doğrusu. İçinde pasaportlarımız ve uçak biletlerimizin olduğu kol çantam... Pastanenin sahibi beyi hala şükranla anarım, çünkü pasaport ve biletleri görünce özenle kasaya kilitlediği çantamı benim için saklamıştı.

İşte şu sıralar Moskova sokaklarında aklıma hep bunlar takılıyor. Sanırım Türkiye zamanım, dahası Ankara zamanım geldi çattı. Türkiye’ye gitmeme zaman az kalınca hep hissettiğim şeyler aslında. Ama işin garibi tatil biraz uzun sürse aynı hisleri bu defa Moskova için Ankara sokaklarında hissetmiyor muyum? Evden geç kalma telaşıyla kahvaltı bile etmeden çıkıp, metro yanındaki büfeden fırından yeni çıkmış peynirli sloyka alırkenki hislerim, ya da içimin titrediği bir anda metronun kapısından yüzüme vuran yumuşacık sıcaklık. Erken kararan kış günlerinde, eve gelir gelmez pencerenin önünde yediğim siyah böğürtlen reçellü tvarajok ya da sokakta düşmemek için penguenler gibi yürüyüp sonra da arkadaşlarla kendimizi attığımız kafelerden birinde içtiğimiz sıcak kakao. Dışarda lapa lapa kar yağarken, sıcacık Basco Cafe’nin penceresinden kızıl meydana karşı içilen yeşil çaylar.arkadaşıma giderken markete uğrayıp aldığım Medovik pastanın, bembeyaz Moskova’yı pencere kenarında seyrederken damağımızda bıraktığı tad. Bir restoranın salata menüsünden seçim yaparken yapılan klasik konuşma: “Niye Türkiye’de bu Ruslar!a ait leziz salatalara Amerikan Salatası derler ki ne alakası var?” Aslında sanırım Türkiye’de sadece askeri orduevleri ve benzeri yerlerde sadece o salataya hakkıyla Rus Salatası diyorlar.

Yani bu iş öyle tek taraflı bir olay değil benim için anlaşılan. Ne yardan geçerim ne serden hesabı. Ne Moskova’nın kış lezzetlerinden ne de Ankara’nın kış lezzetlerinden geçebiliyorum anlaşılan. Eh ne yazık ki Kömürde kestane ardından tvarajok yiyebileceğim ya da peynirli sloykaya salebi eşlik edebileceğim bir yer henüz yok ne Moskova’da ne Ankara’da. Bu durumda Moskova’dayken Ankara’yı, Ankara’dayken Moskovayı özlemeye devam. İşin sırrı da bu galiba, işin içine özlem girince herşey çok lezzetli oluveriyor...

Yeni yıl sevinci

Oğlumun rahatsızlığı nedeniyle bir süredir evden çıkamamıştım bir türlü. Bugün dışarıda biraz fazla kalınca, hava kararıp ışıklar yanınca, Moskova o tanıdık, ışıltılı yüzüyle içime tatlı bir sıcaklık yaydı. Aslında bir alışveriş merkezinde uzun süre dolanmış, ardından dışarı bile çıkmadan hemen alt geçittten metroya dalıvermiştim. Metrodan çıkıp da dolmuş durağına doğru yürürken başımı bir kaldırdım ki, Moskova pırıl pırıl ışıldıyor karanlıkta. Çünkü yeni yıla artık bir aydan az kaldı...

Tarihi binaların, tarihi olmayanların, hatta yenilerin bütün ön cephesi ışıl ışıl aydınlatılmış, meydanlara çam ağaçları dikilmiş, ağaçlarda ışıklar asılmış. Yeni yıl ruhu şimdiden Moskova semalarında. Bir çocuk gibi içimi hoş bir kıpırtı kapladı. Kim bilir bu güzel şehrin geri kalanı ne kadar güzeldir şimdi. Her yıl yaptığımız gibi çam ağacı avına çıkma zamanı geldi de çattı. Makinanın pillerini şarj edip, sıkı sıkı giyinip, şehrin en güzel meydanlarındaki en güzel ağaçların önünde fotoğraf çekme ve çektirme zamanı. Park pabedide büyük ihtimalle dev bir ağaç kurulmuştur. Acaba buzdan heykeller de var mıdır bir zamanlar yapıldığı gibi. Lubyanka meydanında Detski Mir’in karşısındakini de unutmamak gerek. Hazır Detski Mir demişken, içine de girmeyi unutmamak lazım. Heralde içerde de bir tane kurulmuş olur, hani şu orta merdivenlerden çıkar çıkmazki geniş alana. Geçen sene mavi süslemeler yapmışlardı, bakalım bu senenin rengi ne olacak... Atlı karınca da çalışıyordur, hafif müziği oyuncakların arasında dolaşırken. Tabi Petrovka Caddesine dikilen ağacın gösterişi de her yerde görülmeyecek cinste olur her zaman. Bazen içeri koyarlar ama geçen sene caddenin öünde yer almıştı. İçerde olduğu zaman daha keyifli oluyor doğrusu. Puşkin meydanı, Manejnaya Ploşad derken en gösterişli ağaç her zaman Gum alışveriş merkezinin ortasına kurulur. Bir sene swarovski taşları ile süslenmiş olan ağacı hiç unutamıyorum Gum’un ortasında. Işıl ışıl parlayan bir peri masalı ağacı gibiydi.

Bir de gösteriler başlar bu dönem. Çoğu çocuklara yönelik olur ve bazıları da buz gösterisidir. Masal karakterleri sahneleri doldurur, yılbaşı özel gösterileri sıra sıra afişlere çıkar. Alışveriş merkezinde dolaşırken girdiğiniz mağazalarda yeni yıl şarkıları çalmaya başlamıştır bile. Heryer yeşil, kırmızı renkleri ile süslenmeye başlanır. Hediyelik eğya mağazalarının ve ev dekorasyon mağazalarının vitrinlerini yılbaşı süsleri, çam ağaçları, ağaç süsleri ve birbirinden tonton noel babalar süslemeye başlamıştır. Çubuk şekerler, duvarlara asılan kırmızı çoraplar. En çok da Smolenskaya Pasajının giriş katına kurulan standı severim. Rengarenk çam ağaçları üzerine takılmış sanat eseri süsler. Değil dokunmaya bakmaya kıyamazsınız. En ince işle çalışılmış süsler genelde ya peri ya da melek figürleridir. Yanında kristal yıldızlar, pırıltılı toplar. Bir de hemen hemen her alışveriş merkezinde standı bulunan cam ağaç süsleri. Fiyatlarının yanına yanaşılmaz. Ahşap, içi kadife kaplı özel kutularda satılırlar ve kolleksiyonlıkturlar.

Biz de birbuçuk metrelik ufak çamımızı çıkarmaya karar verdik bugün çocuklarımızla. Ne swarovki kristaller ne de ahşap kutularda satılan cam süsler. Birkaç basit top ve tepeye taktığımız yıldızın dışında, tarçınlı kurabiyelerimizi birer süslü kurdele ile takacağız ağacımıza. Aslında sanırım o ağaçta ne süsler, ne kurabiyeler, ne yanıp sönen renkli ışıklar, ne de altına konan hediyeler bizi cezbeden. O çocuksu ve içimizi kıpır kıpır yapan, noel babaya hala inanıyormuş taklidi yapan çocuksu tarafımızın ortaya bir anda çıkıvermesi.

Aynen bu akşamüstü metrodan çıkıp da karşımda yükselen ışıklı ağacı gördüğümde olduğu gibi. O an tüm sorunlar, üzüntüler ve sıkıntılar uçuverdi o ağacın tepesinden gökyüzüne. Şimdi bir aya yakın bir süre o ışıkların ve pırıltıların tadını çıkarma zamanı. Moskova’da yılbaşı zamanı...

Hepimizin Babuşkası

Havalar soğuyup yerler buz tutunca ve Moskova kar rengiyle boyanınca aklıma hep bu anım gelir. Geçenlerde havanın çok soğuk olmadığı ama durmaksızın kar yağdığı bir gün evden telaşla çıkıverdim ve sık sık yaptığım hatayı tekrar ettim. Soğuk havaya ilk geçişte, henüz şapka, eldiven takmaya adapte olamamışken hep yaptığım hatayı. Beremi evde unuttum.

Otobüs durağına vardığımda hatırlamıştım ama hem acelem vardı hem de üşendim, zaten hava da yumuşaktı ve eve dönmeye üşendim. Tabi hata yaptığımı günün ilerleyen saatlerinde de anladım. Giderek sertleşen hava, sabah lapa lapa yağan karın öğleden sonra rüzgar etkisiyle iğne etkisi yapan hissi ve kulaklarımda dayanılmaz bir ağrı. Kaç defa metro altlarındaki satıcılardan eldiven ve şapka aldım hatırlamıyorum. Hepsi de şapkamı, eldivenimi evde unuttuğum ve bir süre sonra donarak mecburen aldığım şeyler. Yine de akıllanmaz bir yanım var demek ki hemen hemen her yıl bunu tekrar ediyorum. İşte aklıma gelen anım da bu beremi evde unuttuğum günlerden birinde olmuştu.

Moskova’ya geleli daha bir yıl ya oldu ya olmadı, ben yapacak işler ararken kendime sonunda Uluslararası Kadınlar Kulübünün açtığı Rusça konuşma grubuna başladım. Kursu veren bayan şehre hayli uzak bir yerde yaşıyordu. Gri hattın en kuzeyinde, Otradnoe metro istasyonuna oldukça yakındı evi. Her seferinde olduğu gibi ben yine geç kalıcam telaşı ile şapkasız fırlamışım sokağa. O sene oldukça sert bir kış geçirdi Moskova ve aslında eskiden kış hep sertti burada. Kapşonumu kafama çekip metroya yürürken, ince kapşonun aslında pek de tutmadığı kulaklarım sızlamaya başlamıştı. Sonunda kendimi metroya atıp uzun yolun ardından varmıştım Otradnoe’ye. Ders bitmiş metroya geri dönerken, hafif ısınmışlığın rahatlığı ama daha çok metronun yakın olmasının verdiği rahatlıkla kapşonumu kapamadım. İşte o an karşımda durmuş bana bas bas bağıran yaşlı mı yaşlı babuşkayı hiç unutmuyorum. “Ah teyzecim ben senin ne dediğini anlayacak kadar Rusça bilsem ne işim var taaa buralarda...” teyze hiç durmadan söylendi. Arada seçebildiğim birkaç tanıdık sözcük ise bana hiçbirşey ifade etmedi doğrusu. Yanından yürüyüp gitsem peşimden koşar mı acaba...

Derken derdi anlaşıldı teyzenin. Önce birkaç saniye sessizlik ve hızlı, bir o kadar da sinirli bir el hareketi ile kapşonumu kavradığı gibi başıma geçirdi. Ben şokun etkisinden çıkamamış, hala neler olduğunu anlayamaz bir şekilde bakarken, yanımdaki arkadaşım başın açık diye fırça yedin demez mi... Halime gülsem mi, ağlasam mı yoksa aslında sadece karşısındaki insanın iyiliğini düşünen bu teyzeciğe kızsam mı?

Elbette gülümseyip Rusça anlamadığımızı ifade eden kelimelr bulmaya çalıştık ama nafile. Teyze de bizi hiç anlamıyor elbette. Ardından kafasını sallaya sallaya yürüdü gitti yanımızdan. Birkaç adım sonra dönüp bir bakış attı. Kim bilir belki de kapşonu geri açıp açmadığımı kontrol etti. İşte o gün bir gerçeğin farkına vardım ben o dar, buzlu sokakta. Rusya’da babuşkalar bile hepimizin. Ne kadar ters olurlarsa olsunlar, konşurken dövecek gibi görünürlerse görünsünler onlar herkesi düşünen tecrübeli ve geniş gönüllü insanlar.

Ama ne yazık ki o babuşka benim gibi akıllanmaz birine denk geldi. Acaba hala şapkamı evde unuttuğumu öğrense bana ne derdi? Heralde yine bana kızar, sinirle kafama birşey geçirirdi. Ya da ometroda giderken tutunmuyorum diye beni kenardaki demirlere doğru ittirir, etrafta bira içip taşkınlık yapan gençlere nasihatlar verirdi. Aslında o buruşuk yüzlü, asabi bakışlı babuşkalara ne kadar çok ihtiyacımız var hayatta. İnsan kendi öz babuşkasından ayrı kalınca anlıyor işte...

27 Kasım 2007 Salı

Moskova’da kar sevinci

Moskova’ya ilk geleceğim zamanları hatırladım bugün. Ne hazırlıklar yaptığım aklıma geldi tek tek. Dile kolay neredeyse on yıl olmuş ve ne çabuk alışmışım bu güzel şehre, iklimine, sokaklarına, insanlarına. İlk aklıma gelen de giyecek ne getireceğime bir türlü karar verememem olmuştu. Malum burası kış ülkesiydi, mutlaka çok soğuk olacaktı ve ben hazırlıksız yakalanmak istemiyordum. Haliyle bir telaş aldı ki bizi sormayın. Hemen mağazalar gezilmeye ne kadar kışlık kıyafet varsa alınmaya başlandı. Gelin görün ki herşey uzaktan göründüğü gibi olmuyormuş.

O zamanlar Tiffany Tomato’nun kalın mı kalın yünden ve boğazlı kazakları pek modaydı Türkiye’de. Hiç unutmuyorum, krem, bej, kahverengi, gül kurusu gibi soft renklerde ve kilim desenine benzer otantik görünüşlü kazaklar o zaman gözüme tam ihtiyacım olan şey gibi gelmişti. Her renginden birer tane aldığımı hatırlıyorum. Bir de çok soğuk mevsime uygun spor mağazasından içi tüy kaban almıştık apar topar. Tabi kalın botları da unutmamak gerek ve el örgüsü yün çoraplar... Herşeyden önce o botlar asla yeteri kadar sıcak tutmadılar, çünkü buranın hava şartlarına uygun üretilmemişlerdi. Tabi şimdi olsa küresel ısınmanın etkisi ile biraz da olsa ısınmış Moskova’da idare edebilirdi ama o dönem benim üşümemi asla engelleyememişti. Ama aldığım kabandan çok memnun kaldığımı itiraf etmeliyim, hala dolabın bir köşesinde sapasağlam duruyor ve artık sadece kızak günlerinde bana eşlik ediyor. Şu meşhur kazaklara gelince... bir defa giymişimdir heralde, yok abartmayalım üç defa giymişimdir. Moskova’ya Ocak ayının dördünde geldim ve ilk öğrendiklerim, buzda düşmemek için küçük küçük ve hafif yan yan basmak, MFÖ’nün “Şapkasız çıkmam abi”sloganındaki gibi şapka, eldiven ve atkısız çıkmamak, bunun yanısıra atkıyı hiçbir zaman ağız içeride kalacak kadar kapamamak ( nefesinizin buharı ile ıslanıp daha beter üşümenize neden oluyor), kesinlikle içine nispeten daha ince giysiler giyip üstüne hırka ya da kolay çıkabilecek kazak giymek ve dış giyimi çok sıkı tutmak. Çünkü metro, alışveriş merkezi, marketler, restoran ve kafeler, evler, kısacası tüm iç mekanlar dışarının aksine kışın aşırı sıcak oluyor. Moskova’ya yeni gelenler ya da gelecekler için bu tavsiye çok önemlidir; bol bol uzun kollu penyeler ya da gömlekler üzerine giyebileceğiniz sıcak tutacak hırka, ceket hatta polarlar. İşte bu mevsimin sırrı budur.

Bunun yanısıra Moskova’nın havasının her an sürpriz yapacağını da unutmamak lazım. Örneğin bugün... Sabah MoskovaLife’da yaklaşan soğukları okumuş olmama rağmen birden havanın değişeceğini düşünemedim. Ama ben bunu her sene zaten yaparım. Akşamüstü çıkan rüzgar ve tipi şeklindeki kar aklımı başına getirdi getirmesine ama ne fayda. Bir defa hazırlıksız yakalanmıştım. Yine de içime işleyen soğuk beni asla rahatsız etmedi. Ama bunun nedeni soğuğa dayanıklı oluşum falan değildir asla. Bunun nedeni Moskova’da geçirdiğim yıllarda soğuğa karşı direncimin artmış olması da değildir. Tamam belki bir parça alışmışlık olabilir ama asıl neden o rüzgarla birlikte Moskova’yı beyaza boyayan kardır. Her ne kadar kış boyunca, özellikle bahara doğru “Yaz gelsin artık” diye sızlansam da ben bu şehri karların altındayken daha çok seviyorum. Soğan kubbelerin üstünü kar kapladığı zaman masalımsı görüntüsünü, kuru ağaç dallarının karlanıp yılbaşı ağacını andırmasını, sıcacık yün şapka, eldiven ve atkılar içinde yürüyen insanların buzda düşmemek için temkinli adımlarını izlemeyi seviyorum. Soğuk kış gününün ardından akşam sıcacık evime girip elimde sıcak kakaom ile camdan karın yağışını izlemeyi, hafta sonları termoslara çayı, kahveyi hazırlayıp çoluk çocuk yüklenip kızağa gidip orada sırılsıklam olduktan sonra eve gelip sıcacık suyun altında ısınmayı seviyorum. Gece ışıkları altında sanki tüm şehre sim parçacıkları atılmış gibi görünen karlı yürüyüş yollarını, yol kenarlarında beyaz karın üzerinde turuncu kıyafetleri ile karları küreyenlerin bitmek tükenmek bilmez çabalarını izlerken bir troleybüsün camına kafamı dayamış eve dönmeye çalışmayı seviyorum. Fırtınalı bir günde ellerim ve ayaklarım üşümüş, içimi titreten soğuğa karşı gelmeye çalışırken, metronun kapısını açtığımda yüzüme vuran sıcaklığı seviyorum.

Aslında...Özetle...Ben Moskova’yı çok seviyorum.

Kışa merhaba

Yaz bu sene Moskova’da pek güzel geçti. En azından benim Moskova’da olduğum dönem, hoş bu sene sadece iki hafta kaçtım zaten Moskova’dan ama. Tam havalar soğudu eyvah donucaz derken üstüne bir de pastırma sıcağı, bir başka değişle kocakarı yazı... Aman ne güzel sıcacık yaşayıp gidiyorduk.

Derken kar başladı. O sıcakları yaşarken insan hiç kış gelmesin, böyle devam etsin istiyor ama Moskova’nın karı insanı büyülüyor işte. Kar ağaçların üzerine bir kere düştü mü hele bir de bu hafta sonundaki gibi kocaman lapa lapa, özlemişim ben kışı dedirtiyor insana. İnsanın içini çocukça bir sevinç kaplıyor farkettirmeden. Aynen bu Pazar uyanıp da pencereden yandaki fakültenin bahçesindeki ağaçların üzerinde epeyce tutmuş karı benim gördüğüm zamanki gibi. Peri masalından fırlamış gibi görünüyordu mutfak penceremden o kocaman bahçe. Arkada arabalar akıp gitse de geniş prospektte, cadde ile aramda kalan o ağaçlar yok mu, beni sanki ormanda bir kulübedeymişim gibi sevindirdi bu Pazar.

Hemen de eridi kar ama yakında kalıcı kar yağar, uzun süre Moskova yine bembeyaz paltosunu giyer. Bu arada bugün başka birşeyi farkettim. Uzun yıllar burada yaşayınca vücut soğuğa alışmış olsa gerek biraz ısı artınca sıkıntı yaratıyor. Ayrıca kışlık giysileri de sevemyi öğretmiş bana Moskova. İlk geldiğim yıllar ne kadar şikayet ederdim üst üste lahana gibi giyinmekten. Oysa şimdi bir kafenin pencere kenarında sıcacık kazağım ve ben, elimde kitap ne kadar da mutluyum.

Tek sorun şu kapalı alanların aşırı sıcak oluşu. İlk geldiğim zaman ne kadar kalın kazak varsa yüklenip gelmiştim ama nereden bilebilirdim ki bunun bana faydadan çok sıkıntı yaratacağını. Moskova’da kış geçirecekseniz en iyi giyim şekli iç ince, üst kalın olmalıymış meğer. Hafif bir bluz üzerine eğer çok soğuk olacaksa sıkı tutacak bir hırka ve mutlaka çok iyi bir kaban. Ayrıca bot ya da çizme de çok önemli. Mutlaka buranın soğuk kış şartlarına uygun bot olmalı. Zamanla öğrendik tabi. Ama hala metroda üstündeki kabanı, atkıyı, şapkayı bir ben çıkarıyorum sanırım. Çünkü Ruslar eldivenlerini bile çıkarmıyorlar o sıcakta.

Sonuç olarak kış artık kapıda değil, kışı resmen içeri davet etmiş durumdayız. Kışlıklar çıktı dolaplardaki yerlerini aldı, kaloriferler yanmaya başladı hatta kar lastikleri de yakında takılmaya başlayacak. Belki de bu hafta sonundaki yağıştan sonra kimileri taktı bile. Şimdi Moskova’yı beyaza boyayan güzelliğin tadını çıkarma zamanı.

Kız kıza buluşmalar

Eylül ayının başında okulların da açılmasıyla beraber bayanlar arası toplantılar da başladı malum. Herkes tatilden döndü, Moskova’ya yeniden alışma çabaları başladı, yine sabah kalkıp “Bu gün ne yapsak acaba?” söylentileri Türk hanımlarının evlerinden yükselir oldu.

Biz de arkadaşlarla yine aynı sorunlarımızla baş başa bulduk kendimizi. Hepimiz belli bir mesleği eline almış, çoğumuz bu mesleği Moskova’ya gelmekle elinden kaçırmış ve birkaç şanslımız ise uzun uğraşlardan sonra bir işe girmiş. Birden gün içinde neler yaptığımızı, neler konuştuğumuzu düşündüm de... 10 yılda çok da fazla birşey değişmemiş. Ürkütücü değil mi? İnsana ne kadar da tek düze geliyor...

Biz kızlar buluşunca neler yaparız? Birçoğunuzun “Dedikodu” diye bağırdığını duyabiliyorum. Ama Moskova bana birçok şey öğretti, bunlardan birisi de dedikodu konusunda bayanların, beylerin eline su bile dökemeyeceği...Hiç itiraz etmeyin... Sabah uyanma faslı ile başalamak istemiyorum, klasik ev içi koşuşturmaları. Ama sonrası var elbet... Önce kararlaştırılan yer ve saatte biz kızlar toplanırız. Elbette aramızda ufak gecikmeler olur. Toplanır toplanmaz eğer açsak ki nedense hep öyle oluyor! önce bir restorana oturulur. Restoranda özellikle business lunch(çalışanlara özel çıkarılan bu menu biz çalışmayan bayanları hep çok cezbetmiştir) hadi bilemediniz en azından sezar salata olmalıdır. Keyifli sohbetimizle birlikte tabaklarımızı bir güzel sıyırırız. Bu yemeğe eşlik eden sohbet genellikle ya çocuklarımız olur ya da eşimiz dostumuz. Eğer çocuklarımızdan bahsediyorsak ana konu okul sorunu, eşimizden bahsediyorsak iş saatlerinin akşamları çok uzaması, dostumuzdan bahsediyorsak hafta sonu buluşma planı masumane konular içindedir.

Genelde birçok sorun ekmek kırıntıları ile birlikte masaya yayılır. Çocukların ergenlik çağı sorunları, okul problemleri, arayıp da marketlerde bulamadığımız “x” marka ürünler, bitmek bilmez işkolik eşlerin sorunları, kim geldi, kim gitti, aramıza yeni katılacak mı var, katılanlar sıkılmış mı, neden sıkılmış, bebek bekleyen, doğum yapan.... liste uzar yani. Ama bu konuların arasında biz boğuşurken hesap gelmiş, ödenmiş, masadan kalkılmıştır. Yavaştan mağazalar gezilmeye bile başlanmıştır hatta. Ruh durumuna göre bir iki parça şey alınabilir, ya da mağazalardaki kıyafetler beğenilmeyerek “bu sezon da modeller hiç hoş değil canım” söylentileri ile gününm bir kısmı daha geçer. Burada bir dipnot; bu mağazaların arasında Zara ve Mango olmazsa olmaz, hele bir de araya ayakkabıcı çeşnisi atılırsa süper.

O kadar dolaşmaya yoruluruz tabi, hemen en yakın kafeye. Önerimiz, Cafe House (hele bir de bir kahveye ikinci bedava kuponumuz varsa ne ala), Şokalatnitsa ya da Kafemania. Kahveler içilir –tercihen cappucino- alınan giysi, takı, ev aksesuarı her neyse bir kez daha torbalardan çıkarılır bakılır. Bir de bakmışız ki bir gün daha sona ermiş...

Evet biliyorum, buraya kadar bilmediğiniz hiçbirşey yok. Yani zaten siz bunları görmeye alıştınız, eşinizden, arkadaşınızdan ezberlediniz bile... Ama bilinmeyen birşey var ki o da; ülkemizden bunca kilometre uzakta, ailemizden bunca kilometre uzakta, hatta bazılarımızın kurulu evinden bunca kilometre uzakta en iyi terapi bu kız kıza buluşmalardır. Biz birbirimizin terapisti, biz birbirimizin yoldaşıyızdır. Bizim bu “kız kıza gezmeler”imiz olmasa beyler yandı ki ne yandı... Bir hayal edin...

Ama belirtmeden geçemeyeceğim, biz sadece alışveriş yapıp yemek yemiyoruz, sergi geziyoruz, müzelere gidiyoruz, Moskova sokaklarını keşfediyoruz. Arada sırada da olsa...

Türk Bayrakları

Sabah erken saatte kalkıp bir telaş kahvaltı hazırlıyorsunuz, aynı telaşla çocukları hazırlayıp kahvaltılarını bitirdiklerinden emin oluyorsunuz. Daha ocağa demliği koyamadan yollara düşüyorsunuz. Herkes evden çıkarçıkmaz bir başka kız kıza görüşme için yollara düşüyorsunuz.

Dün sabah da günüm böyle başladı işte. Moskova Türk Kadınlar Organizasyonunun Moskova’ya yeni gelen üyeleri için hazırladığı kahvaltıya gittim. Tabi ben kalkıp evden çıkıp kahvaltının olduğu yere gidene kadar epeyce acıkmıştım. Restorana girer girmez önce sıcak sonra da mis gibi kahve kokusu yüzümü okşadı. Bir an için sobaya yaklaşmış kedi gibi hissettim kendimi, kışı özlemişim. Yavaştan bayanlar gelmeye başladı, yerimize geçtik oturduk, kahvaltılarımız geldi derken tatlı bir sohbetin içindeydik. 29 Ekim’in hemen ertesi günüydü, akşamki resepsiyon da olmasa farkına varacak mıydık acaba? Nerede Türk bayrakları ile süslenmiş balkonlar, nerede kağıt bayrakları bir sağa bir sola sallayan minik eller. Nerede yan okulda sabah töreninin sesi, nerede içimizi hoplatan, gözlerimizi yaşartan Milli Marşlar...

Derken... Oturduğumuz masanın hemen arkasında, duvara asılmış olan, sesi müziğin sesini bastırmasın diye iyice kısılmış büyük ekran lcd televizyonda bize hiç de yabancı olmayan bir görüntü belirdi. İnsanlar sel olmuş, sokaklarda birşeyler söyleyerek dolaşıyorlar. Mevcut televizyon kanalı Euro News. Ama görüntüde tanıdık gelen, insanların tiplerinin, renklerinin yanısıra ellerinde taşıdıkları birşey. Ekran kırmızı ve beyaz. Ekran Türk bayrağı ile kaplanmış. Moskova’da bir kafede, heryer sanki Türk bayrakları ile donatılmış. İşte o zaman insanın tüyleri diken diken olmaz, yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmaz mı?

İstanbul’dan görüntüler ekrana yansıdıkça kafede hep bir ağızdan “aaa” lar yükselirken ve biz bunun mutluluğunu yaşarken, kafenin diğer yanında oturan Ruslar’a takıldı gözüm farketmeden. Bizim tepkimiz elbette onları da etkilemiş, merakla televizyona dönmüşlerdi. Televizyonda neyin anlatıldığını hemen anlamıştık, elbette bu bir önceki günün Cumhuriyet Bayramı kutlamalarıydı. Acaba orada bulunan kaç Rus bunu biliyordu? Ama asıl önemli nokta bundan ziyade bence bizim tepkimize gülümseyerek bakmışlardı. Belki de hayatlarında ilk defa bir şehirde, bir ülkede yabancı olmanın ne olduğunu görmüşlerdi. Yabancı bir şehirde Türk olmak ve bayrağını bir kafenin duvarındaki televizyonda görmek, o bayrak için atılan havai fişekleri izlemek, gururdu.

Aynı görüntüler Türk televizyonlarında akşam haberlerinde de vardı. Bu Türk Halkı’nın belki de çok geç kalmış coşkusu, mutluluğu, hüzünü, özlemiydi. Bu hakkıyla kutlanmış bir Cumhuriyet Bayramıydı. Sabahki sürprizin ardından elbette akşam çok daha dikkatli izledim görüntüleri. İçim mutlulukla doldu, duygulandım gözlerim doldu, hüzünlendim içim acıdı ama en çok o kalabalığın içinde, elinde bayrak taşıyan kişi olmayı ne kadar özlediğimi farkettim. Yine de vücudumdaki her bir hücre fiziksel olmasa da o bayrakların arasında bir uçtu bir geri geldi Moskova’daki evimin koltuğunun üzerine... Daha nice coşkuyla kutlanacak Cumhuriyet Bayramlarına...

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.

27 Eylül 2007 Perşembe

Troise Sergieva Manastırı


Güneş Moskova’yı ısıtmaya başlamış, ağaçlarda tomurcuklar belirmişken hafta sonu ne yapacağız diye düşünenlere sadece bir saat uzaklıktaki Sergieva Manastırı’nı hatırlatmakta fayda var diye düşünüyorum. Kışın karlar altında muhteşem görünen bu manastır baharda ise yeşillikler içinde bir cennet bahçesinden farksız.


Manastır üç önemli katedralden oluşur. Troitsky Sabor, Troise Sergieva Manastırı’nın en önemli katedralidir. Bu manastırı bu kadar önemli yapan özelliği ise manastırın en önemli azizi olan Sergei Radonejsky’nin altın ve gümüş kaplama gösterişli mezarının burada yer almasıdır. Bu manastırda pek çok Rus prensi ve çarı vaftiz edilmiştir ve savaşlaran önce burada ayinler düzenlenmiştir. Tahta geçen hükümdarlar da burada burada dualarını etmişlerdir. Bu manastırda çok üznlü sanatçılara ait geniş bir ikon kolleksiyonunu da görmek mümkündür. Uspensky Sabor manastırın en büyük katedralidir. Çar İvan Grozny’nin isteği üzerine Kazan ve Astrahan zaferlerinin anısına inşa edilmiştir. Bu katedralin mimari yapısı Kremlin’de bulunan aynı adlı katedralle aynıdır ancak ondan daha büyüktür. Katedraldeki freskler Yaroslavl ve manastır ikona ressamları tarafından yapılmış, günümüze kadar restore edilmeden saklanabilmiştir ve görülmeye değer eserlerdir. Trapeznaya Palata aynı dönemde inşa edilmiş katedrallerin en büyük ve en güzellerinden birisi olarak Kabul edilir. Zengin, etkileyici dekoru, rengarenk cepheleri, oymalı beyaz sütunları ve II.Yekaterina tarafından yaptırılan iç süslemeleri ile katedralden ziyade bir saray havasındadır.


Tarihi güzelliklere sahip bu din merkezini gezmenin yanısıra, gezinizi doğal güzelliklere de dikkat ederek geçirmenizi tavsiye ederim. Zira özellikle manastırın uzaktan görüntüsü tablolardan fırlamış gibidir. Oralara kadar gitmişken, manastırın önünden hiç ayrılmayan kuşlara yem atmayı ve manastırın giriş kapısının hemen karşısında yer alan otantik restoranı denemeyi de unutmayın.

26 Eylül 2007 Çarşamba

Milli içki Vodka'nın da bir müzesi var


Rus Tarihi kayıtlarına göz atınca Vodka'ya ilk olarak 1474 yılında rastlanıyor. Bu tarih aynı zamanda 3. İvan'ın 'Ekmek şarabı'nın üretim ve satımı için ilk devlet tekelini kurduğu tarih.Bu tekelin kurulma sebebi ise; ekmek şarabını büyük miktarlarda üretip, hiçbir kuruma bağlı olmadan satan manastırlarla devletin sahip olduğu içki üretim tesislerinin başa çıkamamasıydı.

St.Petersburg'dan Moskova'ya getirilen 'Vodka Tarihi Müzesi'nde Vodka ile ilgili bu ve buna benzer birçok ilginç bilgiyi bulmak mümkün. Müze şimdi İzmailovo'daki 17. yüzyıl ahşap Rus mimarisi örneklerinden birisi olan Tahta Kremlin'de bulunmakta. Müze, ülke tarihinde vodkanın yerinin önemini, ekonomisine, geleneklerine ve kültürüne olan etkisini de yansıtıyor.
Öte yandan Vodka bugünlerde Türkiye'de de çok tüketilen bir içki oldu. Öyle ki, resmi kayıtlarda rakı ile başa baş gidiyor. Geçtiğimiz günlerde Türkiye'de piyasaya çıkan yeni bir vodka yapılan tadım testleri sonuçlarına göre dünyanın en iyileri arasında gösteriliyor. Bu votkanın en büyük özelliği ise yapımında yüzde 100 üzüm alkolü kullanılması ve dünyada 5 kez distile edilen sayılı votkalardan biri olması. Yumuşak içimi ve şişe dizaynı ile de oldukça iddialı.

Ülkelere göre içimi farklılık gösterse de ben, Rusya'daki içimi ile ilgili bir şehir efsanesini sizlerle paylaşayım;


Çar Petro yenile yenile yenmesini öğrenmiş ve büyük bir zafer kazanmıştır.Zaferin onuruna bir ziyafet düzenlenir.Tüm büyükelçiler,ülkenin ileri gelenleri Çar'ın huzurunda yemek yerken sofraya sert bir içki getirilir. Ağzına götürenin dudaklarını kavuran içkiyi, konukların içmekte zorlandığını gören Çar ayağa kalkar ve "Vod kak!" (işte böyle) diyerek bir dikişte içer.


İçkinin adı o günden beri 'Vodka' olarak anılır.

Moskova'da altın sonbahar

Moskova’da her mevsim ayrı güzel, ama altın sonbahar özellikle dikkat çekici geçer. Ağaçlar önce kızarmaya, sonra turuncuya dönmeye başlar ve hayatlarının sonunu sarı yani altın rengleri ile geçirirler. Bu dönemde şehrin dört yanındaki ağaçlık bölgeler yeşil, kırmızı, turuncu ve sarının uyumlu harmonisi içinde güzelliklerini yansıtır ve adeta fotoğraf severleri kendine çağırır. İşte size bu mekanlardan en popüler beşi...



Aleksandrovsky Sad Aleksandrovsky Sad, Kremlin’in batı duvarı boyunca uzanır. 19.yüzyıl başında Manej meydanı olarak da bilinen bu bölge olduğu gibi Neglinnaya nehrinin su yatağıydı. Napolyon’a karşı kazanılan bir zaferin anısına Çar I. Aleksandr nehrin bir boru yardımı ile yer altına saklanmasına ve bu bölgeye güzel bir bahçe yapılmasına karar verir. Halen bu nehir yer altındaki gizli borularda akmaktadır. Bahçe 3 parçadan oluşur. Aşağı bahçede saat başı nöbet değişimi yapan askerlerin bulunduğu Meçhul Asker Anıtı ve Sonsuz Meşale, orta bahçede Grotto Harabeleri ve Yukarı bahçede Romonov Hanedanlığının 300. yılının anısına dikilen Obilisk bulunmaktadır.

Kolomenskaya Parkı Kolomenskaya parkı tüm zamanların görkemli bir karışımı gibidir ve sadece Moskova Nehri kenarında büyük bir park değil, aynı zamanda bir açık hava müzesidir. İçerideki pek çok kayda değer mimari eser 16.yüzyıl dönemine aittir. Bu eserlerden en önemlisi, kuşkusuz 16.yüzyılın başında Korkunç İvan’ın doğumunu kutlamak amacıyla yapılan büyük, beyaz, taş İsa’nın Göğe Yükselişi Kilisesidir. Aynı zamanda parkın içinde Rus ahşap mimarisinin en güzel örneklerini de görmeniz mümkün. Bunlardan biri Büyük Peter’in ahşap evidir. Kolomenskaya’nın doğası en az ahşap evleri kadar görkemlidir. Birçok çeşit çiçeğin süslediği parkta 700 yıllık meşe ağaçları, 200 yıllık dişbudak ağaçları özel koruma altında sergilenir. Rus mutfağından örneklerin, özellikle Rus krebi olan blinin en güzellerini yiyebileceğiniz küçük ahşam restoranlar, barlar, kafeler bulunmaktadır. Ayrıca küçük bir açık tiyatro sahnesi de bulunan parkta hafta sonları at kiralanabilir. Şu anda perkta bal pazarı da bulunmakta ve birbirinden lezzetli yüzlerce çeşit bal Ekim sonuna kadar burada sergilenecek.

Kuskova Parkı ve Malikanesi Moskova’nın güneydoğusunda yeralan bu ihtişamlı malikane ve parkın tarihi onsekizinci yüzyıla dayanır. İnanılmaz derecede zengin olan Earl Sheremetyev, nefes kesici bir saray yapılmasını ve etrafının fıskıyeler ile süslenmesini ister ve bu malikane oluşur. Yazlık olarak kullanılan malikanenin etrafı Fransız bahçeleri ile süslenir. Rus ve İtalyan usta heykeltraşların yaptığı mermer heykellerin süslediği caddede yürürken karşınıza küçük pavilyonlar çıkar. Bu pavilyonların herbiri bir ülkeyi temsil eder, İtalyan evi, Hollanda evi gibi. Bu evlerin herbirine çok iyi bakılmaktadır ve ziyaretçilere açıktır. Büyük taş portakallık olarak adlandırılan bina ana sergi salonu olarak kullanılmaktadır ve burada çok zengin bir seramik kolleksiyonu sergilenmektedir. Ana malikane, çevresi patikalar ile çevreli bir göle bakmaktadır. Gölün diğer tarafında plajlar, çocuk bahçeleri, gölgeli patikalar ve büyük bir park yer almaktadır. Yunosti Ulitsa 2 numara

Arhangelskoe Sarayı ve Bahçesi Arhangelskoe Sarayı sadece 18 ve 19. yüzyıla ait yapıları ile değil görkemli bahçesi ile de ziyaretçilerin sıkça tercih ettiği bir yer olmuştur. Bahçe içerisinde en eski yapı 1667 yılında inşa edilmiş Başmelek (Archangel) Mikail Kilisesidir. Malikanenin adı da bu kiliseden gelmektedir. Bu sarayı 1780’lerde mimar Charles de Guerne tarafından Prens Nikolay Golitsin için yapmıştır. Golitsin’in ölümünden sonra saray Prens Nikolay Yusupov’a satılmıştır ve Yusupov komplekse neo-klasik binalar ekletmiştir. Sarayda görülmeye değer bir sanat kolleksiyonu olduğu gibi mobilyalar, giysiler ve eşyalar da halen sergilenmektedir. Formel bahçeler 18. yüzyılda düzenlenmiş olup 18. yüzyıl klasik heykelleri ile süslenmiştir. Aynı zamanda Yusupov’un konser, parti ve keyfe düşkünlüğü nedeniyle 1819 yılında inşa edilmiş küçük kapris sarayı da görülmeye değerdir. açık olup Pazartesi ve Salı günleri ile her ayın son Çarşambası kapalıdır. Tuşkinskaya yönünden Moskoca’nın 20 km batısında olan Arhangelskoe’ye metro Tuşkinskaya’dan 549 numaralı otobüsle ulaşılabilir.

Vorobryovy Gory (Serçe Tepeleri) Moskova Devlet Üniversitesi(MGU)’nin bahçeleri olarak da bilinen Serçe Tepeleri doğal güzelliğinin yanında harika bir de panaromik görüntüye sahiptir. Moskovalılar kadar turistlerin de beğeniyle gezdiği parkın üniversite tarafından gece manzarası özellikle görülmeye değerdir. Parka günbatımına doğru giderseniz teleferiğe binmeyi ihmal etmeyiniz. Günbatımının Gece mavisi ve kırmızıya buluştuğu o dakikalar en güzel teleferikteyken karşınıza çıkar. Oldukça ağaçlık olan bölgede sonbaharda mükemmel bir görüntü oluşur. Sanki bir ressamın tablosundan fırlamış gibi, sanki her bir yaprak o ressamın fırça darbesiymiş gibi. Bu tabloya dahil olmak için Vorobryovy Gory Metrosundan çıkmanız yeterli…

Kızıl Meydan'da Alışveriş Keyfi


Moskova’nın büyük ve en güzel alış veriş merkezlerinden birisi olan GUM’un Neo-Rus ön cephesi Kızıl Meydanın neredeyse tüm doğu kanadını kaplar. 1890-1893 yılları arasında Alexander Pomerantsev tarafından yapılmış olan binanın Rus orta çağ mimarisi ile zarif, çelik iskelet yapısı ve cam çatısı Paris ve Londra tren istasyonlarının yüzyıl başındaki yansıması gibidir. Bu üç katlı modern alışveriş merkezi Moskova merkezindekilerin içinde en büyüğüdür. Bu bina 1825 yılında ticaretin yapıldığı eski bir binayı yenilemek için yapılmıştır. O dönemde bu eski bina 1200 tane mağaza ve standla Moskova’nın en canlı pazarı idi.

1917 devriminden sonra alış veriş merkezi devletleştirildi ve adı GUM olarak değiştirildi. Ticari hareketlilik 1928 yılına kadar sürdü, ta ki Stalin’in ilk beş yıl planı içine alınıp bina ofis olarak kullanılmaya başlayana kadar. Gum binası 1932 yılında Stalin’in eşi Nadejda’nın intiharından sonra, O’nun vücudunun sergilenmesi için yeniden halka açıldı. Nadejda daha sonra Kızıl Meydan’daki birçok afiş, fotoğraf ve Sovyet propaganda materyalinde kullanıldı. Son olarak 1990’ların başında bir Türk şirketinin restore etmesiyle alış veriş merkezi yeni mağazaları, gösterişi ve şık vitrinleri ile yeniden hayata döndü.


Gum’un zarif iç dizaynı, ortada fıskiyeli bir havuza paralel 3 katlı 3 koridordan oluşur. Cam tavandan sızan ışık, hediyelik eşya standlarını ve birbirinden şık, gösterişli ve gözalıcı vitrin dizaynına sahip yabancı ve yerli mağazaları aydınlatır. Mağazaların fiyatları yüksek olsa da kalitesi kendini hemen belli eder. İçeride yeralan birçok restoran, fastfood ve kafede lezzetli yiyecek seçeneklerini bulabilirsiniz. Bu kafelerin içinde hiç kuşkusuz Basco kafe hem Kızıl Meydan manzarası hem de kalitesi ile diğerlerinden ayrılır. Bunun yanı sıra koridorda yer alan açık kafelerde oturup, koridorlarda uçan kuşları ve alış veriş yapanları izleyerek dinlenebilirsiniz.
Bu inekler de ne böyle demeyin Bir mağazanın tanıtım kampanyası... Bütün alışveriş merkezi bunlarla dolu ve hepsi birbirinden harika desen ve renklerle boyanmış...

Bu ağaç oldukça büyük yaklaşık 8 metre boyunda ve üzeri swarovsky kristalleri ile süslü. (Resmi çektiğimde yeni makinamı henüz almamıştım elimdeki makina ile ancak bu kadar çıkmış )
Soldaki kırmızı giysili, sakallı ihtiyarı tanımışsınızdır. Noel baba (Rusçası Deduşka Maroz-Buz dedesi)...Soldaki mavi giysili mi O deduşka marozun torunu sniguruçka yani kartanesi
Yılbaşı zamanı kızıl meydan ve dolayısıyla Gum'un duvarları öyle güzel ışıklandırılıyor ki, sanki yıldızlar Gum'un duvarlarına düşmiş...

Gum 1990'daki restarasyondan sonra ilk açıldığında vitrinler bile yokmuş, o dönemde ben burada değildim. Mağazaların içinde, karton kutularda son derece kalitesiz ürünler çok ucuza satılıyormuş. Ancak şimdi, dünyaca ünlü markalara ev sahipliği yapıyor. Her kesime hitap eden mağaza var diyemiyorum çünkü ciddi anlamda pahalı bir yer. Ama indirim zamanı bazen çıkıyor birşeyler işte ) Onun dışında kafeleri çok güzel... Hele birinci katta kızıl meydana karşı bir Basco Cafe var ki sormayın... Bir kahve fiyatına başka yerde yemek yenir ama meydan ve St.Basil katedrali en güzel bu kafenin camlarından görünür... Hele kışın lapa lapa kar yağarken keyfine doyum olmaz...

Gum ben Moskova'ya geldiğimden beri alışveriş için olmasa da gezmek ve hoş zaman geçirmek için vazgeçemediğim mekanlardan birisi... Bir diğeri de Detski Mir ama bu da bir dahaki sefere ;)

25 Eylül 2007 Salı

Hayata bir fotoğrafçının objektifinden bakmak


Her sene elektronik posta adresime bir yağmur gibi düşer bu fotoğraflar. Bazen dünyanın güzel bir köşesinden çekici bir manzara, bazen vahşi ormanda doğanın en harika yaratıklarından biri, bazen de hayatın acı tatlı gerçekleri yer alır o karelerde. “Son 25 yılın en harika fotoğrafları”, “National Geographic’in geçen yılki muhteşem kareleri” ya da “Geçen yılın unutulmaz anları” gibi isimleri vardır o maillerin. Çoğu zaman bu mailleri silemem, çünkü kıyamam. Biriktikçe birikir bilgisayarın bir köşesinde.

Bu nedenle Moskovalife sitesinde World-Press Photo 2007 sergisi haberini ilk gördüğümde onları yakından ilk defa görme şansını da yakalamış oldum. Elbette bu fırsatı mutlaka değerlendirmeliydim. İlk fırsat bulduğumda değil bir an önce fırsat yaratarak gittim sergiye. Ya sayıları bana az geldi ya da bakmaya doyamadım çabuk bitti gibi geldi bilemiyorum ama sergiyi bir baştan diğerine gezdikten sonra yeniden ve yeniden dönesim geldi fotoğraflara. Bu fotoğraflarda herşey vardı ama bazılarında hiçbir şeyi hatta umutları olmayan insanlar vardı. Bazılarında vahşi bir hayvanın avı vardı bazılarında vahşice avlanmış insanlar. Herbirinin ayrı bir hikayesi vardı, herbirinin hikayesi kendi içinde hüzünlü, umutlu ya da korkunç, şaşırtıcı olabiliyordu. Şunu düşündüm; bir insan bir makina ile nasıl bunu yapabilir? Bunca duyguyu bir kare ile nasıl yansıtabilir? Bu gerçekten büyük bir beceri, büyük bir sanat herşeyden önemlisi büyük bir yürek gerektirir. O sahneler karşında olmak ve bunu görüntüleyebilecek kadar cesur olmak. Günlük hayattaki ufak aslında çok ufak olan kaygılarımızın altında bu kadar ezilirken biz, onlar böylesine büyük duygular karşısında sanatları ile konuşuyor, hatta haykırıyorlar. Bu da yetmezmiş gibi bu haykırışlarını bizlere kadar ulaştırıyorlar.

Bir Amerikan denizcisi ile evlenirken Renee Kline onları fotoğraflayan sanatçıyı düşündüm. O kızın gözlerindeki ifadeyi yakaladığında ne hissetti... Portreler dalında birinci olan ve Nina Berman’ın çektiği bu karede o gencecik ve şaşkın, ne yaptığını bilmez, üzülmekle acımak hatta korkmak arası bakan bakışlarını fotoğrafa yansıttığında... Nişanlısı olan ve bir bombada yaralanan hatta ölümden dönen, belki bir zamanlar belki hala deli gibi aşık olduğu TyZiegel’in yanında duran bu kadın o fotoğrafı çektirirken ne hissediyordu acaba.? Yüzünün yarısı gitmiş, vücudunun çoğu yanmış bir bilim kurgu filminden fırlamış gibi yanında duran TyZiegel ile evlenmek üzere olan kızın bakışlarında ne yakalamıştı Nina Berman.



Ya da 76 yaşına gelmişken ünlü aktör Clint Eastwood, Burbank’da iyimserliği ve iyiliksever ruhu adına Legion d’Honneur ödülünü almışken çektirdiği fotoğrafın üçüncülük ödülü alacağını düşünmüş müdür acaba? Damon Winter bu fotoğrafı çekerken milyonların tanıdığı bu yaşlı adamı nasıl göstermek istemişti, nasıl yakalamıştı çizgilerle dolu yüzünde istediği ifadeyi? Onurla ve bir o kadar da yılların verdiği tecrübenin güveniyle gülümsemeden bakıyordu ama insan içinden işte bu yaşlı adam, harika oyuncu ve o harika bir insan dedirten bir kareyi yakalamak her halde herkese nasip olmaz. Oysa o orda yüzününde hiç de sevimli bir ifade olmadan, hatta biraz somurtarak, hani yaşlı keçi dedirtecek bakışlarla bakmış ama insanın içine işlerken farklı yansıyor fotoğraf.

Umutlar nerede biter ya da umutsuzluk nerede başlar? Bir fotoğrafçı umutsuzluğun ve umudun buluştuğu anı nasıl fotoğraflar? Pep Bonet Spor konusundaki ikincilik ödülünü alırken bunu öyle başarmış ki, tek bacakları olmayan futbol oyuncularını maça hazırlanırken fotoğrafladığı kareleri görünce insan hem derin bir üzüntü hem de umuda olan bağlılığa karşı büyük bir saygı duyuyor. Yerde tek bacaklarını esneten bu Sierra Leone’li sporcuların toprağa çizdiği saha ise diğer bacaklarının olması gereken ama onun yerinde olan değneğin hemen yanında.




Bu fotoğraflarda hayat var. Savaşın kalıntıları arasında oyun oynayan bir çocuk, ölen çocuğunu eller üzerine çıkarmış bir baba, vurulmuş bir asker, dua edenler, yardım edenler, futbolcular, kazananlar, kaybedenler, yardım isteyenler, yani hayata dair herşey. Ama bunlar sadece duyguları belgelemek için çekilmiş kareler değil, bunlar tüm dünyanın duyması, görmesi gerekenleri gözler önüne sermek için çekilmiş fotoğraflar. Gözlerimizi sıkı sıkıya kapatıp kendi içimizde yaşadığımız hayatta, aslında kocaman açık gözlerle bakmamız gerektiğini hatırlatan fotoğraflar.

Peki yazılara, sayfalara, kitaplara sığmayan bunca duygu, bunca kelime, cümle varken nasıl oluyor da bir fotoğrafçı hepsini bir kareye sığdırır? Öğrenmek istiyorsanız sergi hala devam ediyor, gözlerini açık tutanlar için.

Dikkat! Kapılar kapanıyor, bir sonraki istasyon...

Moskova Metrosu

Moskova’ya ilk geldiğimde anladım ki ilk olarak metroyu nasıl kullanacağımı öğrenmeliyim. Çünkü, bu büyük şehirde bir yerden diğerine ulaşmanın en ekonomik, en hızlı ve en rahat yolu yeraltından geçiyor. Ancak bilmediğim birşey vardı ki, o da metro istasyonlarının beni ne kadar şaşırtacağı. Özellikle Kaltsovaya Liniya yani kahverengi hat üzerindeki istasyonlar ve merkezdeki birçok istasyon müzeden ya da bir sanat galerisinden farksız. Zaman içinde Moskova’da değişik yerlere gittikçe, bu yeni istasyonları keşfetmek bana ayrı bir keyif vermeye başladı. Araştırdıkça bu istasyonlar hakkında beni çok etkileyen bilgiler öğrendim.

Tarihi özellikleri ve güzelliğinin yanısıra Moskova Metro’su, trafiğin yoğun olduğu bu şehirde bir kurtarıcı da oluyor. Eğer trafiğin ortasında sıkıntılı saatler geçirmek istemiyorsanız “M” yazan bir kapıdan içeri girmek yeterli olacaktır. Moskova metrosunu, hergün yaklaşık 8 milyon insan kullanıyor. 8 milyon insan yanılıyor olamaz...

Fakat bu büyük, kullanışlı ve güzel ağ bir seferde karar verilip yapılamaz. İlk olarak devrimden önce gündeme gelir. Balinskiy 1902 yılında bir metro projesi hazırlar, ancak proje hem şehrin görünümünü bozacağı, hem de tarihi binalara zarar vereceği gerekçesiyle engellenir. Bu proje ilk defa gündeme geldiğinde yerel bir gazete, “Rus halkının Moskova’da değerli gördüğü herşeye yönelik, insanı sersemleten, utanmazca bir tecavüz” olarak yorumlar. Elbette o zamanlar, Moskova Metrosunun, ulaşımın temeli olacağı ve milyonlarca insan tarafından kullanılacağı tahmin edilemez.









Ancak 1912 yılında Knorre isimli bir mühendis metro projesi ile ilgilenir. Bu defa da 1. Dünya Savaşı başlar, ardından devrim olur ve Moskovalılar metroya bir kez daha kavuşamazlar. Şehrin bu metroya ihtiyacı vardır ve sonunda 1931’de, Stalin döneminde metro projesi kabul edilir. Metronun yapım görevi Nikita Kuruşçev ile Lazar Kaganoviç’e verilir. Sovyetler Birliği’nin dörtbir yanından erkek ve kadın işçiler getirilir. Ayrıca Kızıl Ordu ve Kominist Genölik Birliği’nin (Komsomol) 13 binden fazla üyesi de metro yapımına katılır. Onların anısına Kaltsovaya Liniya üzerinde Komsomolskaya isiminde bir istasyon bulunmaktadır.

İlk olarak, Sokolniki’yi Park Kulturi’ye bağlayan Sokolichneye hattı açılır. 11.6km’lik hattın yapımı 1935’de tamamlanır ve ilk 13 istasyon Mayıs ayında açılır. Bu hattın yapımında çalışanlara madalyalar verilir, çok büyük önemi olan Lenin Nişanı ile ödüllendirilir. Bunu takip eden dört yıl içinde inşaat hızla devam eder, 1939 yılında 1 milyondan fazla yolcuya hizmet veren 22 istasyon açılır.





Metro istasyonlarının iç dekorasyonlarında SSCB’nin en iyi sanatçıları görevlendirilir. Bunların çoğu devrim, Sovyetler’de yaşam, ulusal savunma gibi temaları işler. Moskova Metrosunda gezilmeye değer birçok istasyon bulunmaktadır. Sanki herkese açık bir müze gibi. Bu istasyonları gördükçe, metro benim için sadece ulaşım amaçlı kullanılmaktan çıktı ve bu istasyonları daha bilinçli gezmeye çalıştım.


13 Mart 1938 yılında, tasarımı Duşkin’e ait olan Ploşçad R*******yutsi (Devrim Meydanı) istasyonu açılır. Ana salonunda mermer kaplı kemerler, kemerlerin iki yanında Matyev Manizer’in yaptığı gerçek boyutlardaki bronz heykeller yer alır. Bu heykellerde Kızıl Muhafızlar, işçiler, denizciler, sporcular, çiftçiler, kadınlar sosyalizmin öncüleri ile birlikte betimlenir.


Gorkovsko-Zamoskvoretskaya hattının en önemli istasyonu olan Mayakovskaya, aynı zamanda 2. Dünya Savaşın’nda sığınak olarak da kullanılır. New York Fuarında Büyük Ödül alan istasyonun tavanını sanatçı Deyneka’nın mozaikleri süsler. Ana salonu paslanmaz çelik ve mermer sütünlar destekler. Mozaik panolarda Sosyalist ülkenin bir günü anlatılır. Sırasıyla sabah saatlerini anlatan aydınlık ve açık renklerden başlar, ortaya geldikçe, geceye doğru koyulaşarak devam eder ve sonra tekrar gündoğumuna doğru gider. Aynı zamanda ünlü şair Vladimir Mayakovski’nin bir heykelinin de bulundığu istasyon, adını bu şairden alır.


2. Dünya savaşı sırasında ve sonrasında savaş temaları öne çıkmaya başlar. 1943 yılında, henüz 2. Dünya Savaşı devam ederken açılan Novokuznetskaya metro istasyonu gibi. Mimarları Vladimir Gelfreyh ve İgor Rojin olan Novokuznetskaya’nın duvarlarındaki firizlerde Minin, Pojarski, Mareşal Kutuzov gibi savaş kahramanları tasvir edilir. Sanatçı Nikolay Tomski’dir.


Bazı istasyonların dekorasyonlarında halkı teşvik amacı gözetilir, 1940 ve 50’lerde yapılan çoğu istasyonda Sovyet rejminin erdemleri üzerinde durulur. Teatralnaya’daki (1940) tavan panallerinde, Sovyetler Birliği’nde yaşayan farklı kültürler ulusal giysileri ile resmedilir, Sovyet Cumhuriyetleri’nin sanatları methedilir.


Sade ve zarif çizgilere sahip, tasarımcısı Duşkin olan Kropotkinskaya istasyonunu adını Prens Pyotr Kropotkin’den alır. Zistasyonların yer üstündeki tasarımları bile propaganda amaçlı yapılır, Arbatskaya istasyonunun girişinin Sovyet yıldızı şeklinde olması gibi.


50’li yıllarda açılan Kaltsovaya Liniya hattı, Moskova merkezini halka şeklinde çevreler. Moskova metrosunda bazı istasyonlarda farklı metro hatlarına iki ya da daha fazla aktarma yapılabilir. Bu istasyonlardan biri olan Novoslobodskaya metrosu 1952 yılında açılır ve ana salonun tavanında ressam Korina’ya ait görülmeye değer “Tüm Dünya Barışı” temalı mozaik yeralır.


Yine Kaltsovaya Liniya üzerindeki Beloruskaya (1952), adını yakınındaki tren istasyonundan alır. Kır manzaralı mozaikler ve Beyaz Rusya’ya özgü halı desenleri ile süslenmiş zemin ilgi çekicidir. Kievskaya (1937-1954) istasyonundaki mozaiklerde tarımdaki bolluğu kutlayan sağlıklı, mutlu köylüler ve Rusya ile Ukrayna arasındaki dostluk betimlenir.


Sovyet anlayışında spor başarıları çok önemlidir. Park Kulturi (1935-1949) istasyonunda Sergey Rabinoviç’in ikiz temaları bu başarıları anlatır. Buzda paten kayanlar, satranç oynayanlar, dans edenler ana salonda, nişler üzerinde mermer rölyeflerdeki madalyonlar üzerinde resmedilir.


Komsomolskaya’da ise gülpembesi mermer sütunlar ve Yevgeni Lanseray’ın kahraman metro işçilerini gösteren İtalyan çinili panelleri bulunur. İstasyonu ünlü mimar Aleksey Sçusev tasarlar ve Pavel Korin’e ait askeri resmi geçitleri ile tarihteki ünlü Ruslar’ı anlatan altın mozaikler yeralır. Bu istasyon da New York Dünya Fuarı’nda ödüllendirilir.




Metro istasyonları Moskovalılar’a sadece ulaşımda hizmet vermez. İlk yapılan istasyonlar, savaş sırasında sığınak olabilecek şekilde tasarlanır. 1941 yılında Alman askerleri Moskova yakınlarına geldiğinde, Mayakovskaya metro istasyonu karargah olarak kullanılır. Kızıl Ordu’nun cepheye gitmesinden önce Stalin bu istasyondaki merkez salonda genarallere seslenir. Çistye Prudi istasyonu ise 2. Dünya Savaşı sırasında Genel Kurmay Karargahı olarak kullunılır. Stalin ve danışmanları ilk saldırı planlarını burada yaparlar.


Bunun dışında, metro raylarının, istasyonların yapım çalışmalarının, tarihleriyle, fotomontajlarıyla sergilendiği Metro Müzesi Sportivnaya istasyonunun üzerinde yer alır. Sinyal noktaları, bilet gişeleri, tren ve asansör modelleri, aslına uygun yapılmış bir makinist kabini ve 1935 yılında satılan ilk bilet de bu müzede sergilenir.


Moskova’da görülebilecek onlarca müze, park, tarihi mekan olmasının yanısıra, oralara ulaşımımı sağlayan metronun da en az onlar kadar güzel olduğunu görmek bende hayranlık uyandırdı. Zaman zaman kitabımı alıp, bir metro durağında oturup, gelen geçeni seyrederken zamanın nasıl geçtiğini anlamam. Bazen duvardaki bir mozaiğin, bazen de bir sütuna yerleştirilmiş heykelin ayrıntılarında kaybolurum. Moskova Metro ağı tarihi ve güzellikleri ile, her daim açık bir müze gibi farkedilmeyi bekliyor...


Dikkat! Kapılar kapanıyor, bir sonraki istasyon...

Kolomenskaya Parkı'ında Altın Sonbahar

Moskova'da her mevsim ayrı güzel ancak altın sonbaharın muazzam renkleri insanı bir başka cezbeder... Ben de 9 yıldır düzenli olarak yaptığım "Altın sonbahara merhaba" gezimi geçtiğimiz pazar yaptım. 250'ye yakın fotoğraf çektim... Şansıma parkta bir de bal pazarı vardı, çeşit çeşit bal aldım...






Kolomenskaya parkı tüm zamanların görkemli bir karışımı gibidir ve sadece Moskova Nehri kenarında büyük bir park değil, aynı zamanda bir açık hava müzesidir. 16.yüzyıldan kalma giysileri ile sizi parka davet eden görevliler gördüğünüzde şaşırmamalısınız. Çünkü içerideki pek çok kayda değer mimari eser bu döneme aittir. Bu eserlerden en önemlisi, kuşkusuz 16.yüzyılın başında Korkunç İvan’ın doğumunu kutlamak amacıyla yapılan büyük, beyaz, taş İsa’nın Göğe Yükselişi Kilisesidir. Güzel havalarda Nehre karşı yükselen bu görkemli kilisenin bahçesinde din adamlarının çan gösterilerini izleyebilirsiniz. Aynı zamanda parkın içinde Rus ahşap mimarisinin en güzel örneklerini de görmeniz mümkün. Bunlardan biri Büyük Peter’in ahşap evidir. Kolomenskaya’nınm doğası en az ahşap evleri kadar görkemlidir. Birçok çeşit çiçeğin süslediği parkta 700 yıllık meşe ağaçları, 200 yıllık dişbudak ağaçları özel koruma altında sergilenir. Kışın kızak ve benzeri kış sporları için uygun tepeciklere sahiptir.Yazın ise açık bahçelerinin de olduğu Rus mutfağından örneklerin, özellikle Rus krebi olan blinin en güzellerini yiyebileceğiniz küçük ahşam restoranlar, barlar, kafeler bulunmaktadır. Ayrıca küçük bir açık tiyatro sahnesi de bulunan parkta hafta sonları at kiralanabilir. Zaman zaman sergiler de yapılan parkta sık aralıklarla bal sergisi de açılır.


Kolemenskaya parkının 3 güzel özelliği var. Birincisi şehir merkezine, dolayısıyla evime çok yakın olması, ikincisi kışın kızak için harika bir mekan olması ve üçüncüsü park içindeki tahta kulubelerde Moskova'nın en güzel blinilerinin (krep-akıtma) yapılması. Parka gidip de kırmızı havyarlı ya da ballı ve muzlu blini yenmeden dönülür mü ? Dönülürmüş meğer, çünkü bal pazarında o kadar çok balın tadına baktım ki bir şey yiyecek halim kalmamıştı doğrusu ama paket yapıp eve getirmeme kimse engel olamazdı elbet Aslında Rus krebini yani bliniyi farklı kılan içine konan malzemeler. Yoksa hamuru bildiğimiz hamur. Ama kırmızı havyar burada çok ucuz olduğu için havyarlı blini her zaman uygun fiyatlı ve cezbedici oluyor. Bir de Rus balı konan bliniler var ki tvarok (bir çeşit krema) ile yapılanlarla yarışır doğrusu.

Bu kadar yemekten bahsetmek yeter sanırım Parkta 4.5 saat durmadan yürüdüğümü farketmem ancak arabaya varıp oturmamla oldu. Önce bacaklarımın neden bu kadar sızladığını anlamaya çalıştım, sonra arabanın saatini gördüm... Ama tüm yorgunluklara değen bir geziydi... Daha sık tekrar etmem gerek sanırım, hamlaşmışım acısı ertesi gün çıktı...

Park çok renkliydi, yani sadece ağaçlar değil, sanırım Moskova'nın yarısı oradaydı. Elinde kitap, ağaca sarılmış okuyanlar, paten yapanlar, bisiklete binenler, aşıklar (ne yaptıklarını tahmin edersiniz ), resim yapanlar, fotoğraf çekenler (biri de ben ), bol oksijenden sarhoş olmuşlar (bu kesinlikle ben) say say bitmez... Hele bir teyze vardı ki 70'lerinde, aşağıda resmi var, çimlere uzanmış suluboya fırçası elinde, bir kıskandım bir kıskandım... Hatta suluboya defterimi ve boyamı getirmediğime pişman oldum...


Sonuç mu? Sonuçta Türkiye'de aileme tüm gece maillemekle bitiremediğim onlarca fotoğraf... Gerçi seçerek yolladım ama 250 fotoğraf arasından ne kadar seçersen seç yine de çok oluyor Elbette buraya az foto alabildim, üstelik de küçük... Hepsini sığdırmam mümkün değildi... Rüya gibi bir gündü denebilir ama rüyadan çabuk uyandım, malum Pazartesi iş günü... Hatta benim için iş Pazar akşamı başlamıştı bile...

Bir lokma Metro alır mıydınız?


Günde 8 milyon insan Moskova Metrosunu kullanıyor. Belki siz de onlardan birisiniz. Ama hiç aklınıza bir metro vagonunda yemek yemek geldi mi? Metro haritasından istasyon yerine yemek seçmeye ne dersiniz?
Hayır, henüz Moskova Metrosunda böyle bir hizmet yok. Ama geçen gün üç arkadaş kendimize değişik bir restoran arayışı içindeyken, aklıma daha önce sadece bir defa gittiğim bir yer geldi. Taganskaya’daki Metro Restoranı özellikle Türkiye’den gelmiş arkadaşımı götürmek için doğru bir seçim gibi göründü. Metro aslında bir bira restoranı ve Rus mutfağı içeriyor. Çok hoş, ilgi çekici bir dizaynı var. İki katlı restoranın giriş katı aydınlık ve şık olmasına karşın asıl enteresanlık alt katta yatıyor.
Restoranın girişinde, metro kasasını andıran camekan bir bölmede bekleyen garson kaç kişi olduğumuzu soruyor ve bizi üst kata yönlendiriyor ama bakıyor ki çabaları sonuçsuz. Dediğim dedik üç bayan var karşısında. Alt katı ona göstermekte kararlıyım. Garson menüleri eline alıyor ve biz aşağıya iniyoruz. Merdivenin başına geldiğimizde ilk gülümseme... Aşağı inen merdivenlerin Moskova Metrosunun yürüyen merdivenlerden tek farkı yürümüyor olması. Onun dışında görüntü aynı. Merdivenlerin başına gelince aşağı kattaki mavi renkli vagonu görüyoruz ve bir gülümseme daha...
Aşağı inince farkediyoruz ki bu vagonun içinde de masalar mevcut. Vagonun önünde orjinal bir sürücü kabini var ve arkadaki koltuklarda oturunca camdan dışarı bakıyorsunuz, sanki bir metro istasyonundasınız.
Vagonun sağında da iki ayrı salon mevcut. Küçük olan geniş rahat koltuklarla dekore edilmiş. Büyük olanda ise akşamları canlı müzik var. Duvarlar metro vagonlarının resimleri, metro yapımı ile ilgili resimlerle süslü. Önce vagonun içinde oturmak istiyoruz ama tek boş yer var ve üzerinde “ посадки нет” yazıyor. Anlıyoruz ki rezervasyon yapılmış. Büyük salonda bir yer bulup oturuyoruz ve önümüze konan menüleri açıyoruz, olamaz böyle bir şey... Menü bile metro haritası şeklinde. Mavi hatta içkiler, yeşil hatta çorbalar, sarı hatta salatalar, kırmızı hatta sıcaklar... Her yiyecek bir metro ismiyle adlandırılmış. İtiraf etmeliyim ki menüde içki yelpazesi çok geniş olmasına karşın yemekler için aynı şeyi söylememiz mümkün değil. Az sayıdaki seçeneğin çoğu ya balık.
Hafta içi salata, çorba ve sıcak yemekten oluşan menüsü 215 ruble. Ama bu bana çok diyorsanız salata, sıcak yemek ya da çorba, sıcak yemek yiyip 195 ruble ödeyebilirsiniz. Metro restoran öğle saatlerinde oldukça yoğun. Çünkü etraftaki iş yerlerinden bir çok müşterisi var. Bunun yanısıra canlı müzik akşamları güzel bir seçenek olabilir. Neslihan’ın da dediği gibi “Moskova’da Puşkin Cafe’den sonunda Moskova’yı hissettiren bir başka güzel mekan.”
Güzel bir öğle yemeği, havada uçuşan hoş sohbet sözcüklerinden sonra metro bileti şeklinde hazırlanmış, restorana ait kartvizitlerimizi cüzdanımıza, yemeklerin leziz tadlarını damaklarımıza yerleştirip çıkıyoruz.
Bu güzel deneyimi denemek isteyenler için Metro restoran: ул. Верх. Радищевская, д. 2/1, стр. 5, Тел: 915-28-18, 915-29-19 (Ulitsa Verh. Radişevskaya No: 2/1, Giriş 5 Metro: Taganskaya)

Kızıl Meydan


Moskova’nın Kalbi

Başkent Moskova 1147’de kurulmuş olup, şehirde bulunan kalıntılar tarihinin neolitik zamana kadar gittiğini görülmektedir.

Şehrin kalbinde kırmızı hisarları ve 20 kulesi ile Kremlin ve Kızıl Meydan yer alır. Kuşatma sırasında savunma amaçlı yapılan ve düşmana direnmek amacı ile tasarlanan Sabakina Kulesi aynı zamanda gizli bir kaçış tüneli içerir. Tainitskaya (gizemler) Kulesi ise nehre çıkan bir sulatı geçidine ev sahipliği yapar. Tehlike anında şehri uyarmak üzere Nabatnaya Kulesi tepesinde alarm zili bulunmaktadır. Rus ikonları içinde en eski ve en önemli üç tanesi, Kremlin’in bahçasinde göğe doğru gururla yükselen, İtalyan mimar Aristotle Fiorovanti tarafından yapılmış Uspensky Katedrali’nde bulunmaktadır. Bu katedralin bir diğer önemli özelliği ise, çarların taht töreninin burada yapılmasıdır ve halen Korkunç İvan’ın tahtı girişte durmaktadır. Bunların dışında 14.yüzyılda yapılan Büyük Kremlin Sarayı ve altın kubbeli Büyük İvan’ın Çan Kulesi de Kremlin’in surları içinde yer almaktadır. Blagoveshchensky Katedrali III.İvan için inşa edilmiştir ve bakır kubbeleri, gösterişli yer döşemeleri ile muhteşem bir dekorasyona sahiptir.Çok ender bulunan bir ikon kolleksiyonu ve 16. yüzyıl freskleri bulunmaktadır. Kazan Katedrali ise yeniden restore edilmiştir. Faceted Chamber’daki duvarların tarihi 15.yüzyıla kadar uzanmakatdır ancak ne yazık ki bu Chamber halka açık değildir.

Kremlin’in surlarının hemen yanında büyük ve gösterişli Kızıl Meydan yer alır. St.Basil Katedrali (1555-60) meydanın sonunda yer alır ve parlak renkli, soğan kubbeleri ile meydana masalsı bir hava katar. Bir söylentiye göre Korkunç İvan bu kubbeleri ve nakış gibi işlenmiş katedrali o kadar beğenir ki mimara “Bundan bir tane daha istesem yapar mısın?” diye sorar. Mimar da yapabileceğini söyleyince, İvan bir eşi daha olmasın diye mimarın gözlerini dağlar. St. Basil’in hemen karşısında 1491 yılında Pietro Antonio Solario tarafından inşa edilmiş olan,Kremlin’in asıl girişi Spassky Kapısı bulunur. Bunun dışında Kızıl Meydan içinde Devlet Tarih Müzesive Lenin’in mozelesi görülmeye değer yaerlerdir.

Moskova Tarihi Müzesi


Yaşadığımız şehri ne kadar biliyoruz acaba... Sadece sokakları, müzeleri değil. Moskova’yı Moskova yapan tarihi gelişimini ne kadar merak ediyoruz. Bunu merak edenler için Moskova’da bir müze var. Bu müze bize hem Moskova’nın aslında ne kadar yaşlı hem de ne kadar büyük olduğunu hatırlatıyor.

Moskova Tarihi Müzesi şehirdeki en eski müzelerden birisidir. Kolleksiyonun temeli 1896’da Nijny Novograd’da yer alan tüm Rus sanatsal ve endüstriyel sergisindeki, Moskova pavilyonundaki eserler üzerine kurulur. Müze ismini ve yerini yüzyıllık tarihi içinde birçok defa değiştirir. 1921 yılında müze Moskova Belediye Müzesi adı altında, 17. yüzyıla ait bir anıt olan Sukhereva Kulesinde yer alır. Moskova’nın yapılandırılması ile ilgili planı uyarınca 1935 yılında müzenin ismi ve kolleksiyonunun içeriği değiştirilir. Bu tarihte müze Moskova’nın tarihi ve yapılandırılması adını alır ve Theologian John Kilisesi içine taşınır ve hala daha buradadır. 1987’de müzenin ismi Moskova Trihi Müzesi olarak değişir.

Müze, D’yakova Kültürü ile ilgili özgün bir kolleksiyon ile beraber Moskova bölgesindeki arkeolojik kazılar, tarihi merkezler ve gömü yerleri ile ilgili büyük bir kolleksiyona sahiptir. Müzede oldukça zengin bir plan ve harita kolleksiyon vardır ki Moskova’nın gelişiminin ve tarihinin tüm detaylarını görmek mümkün. Bu kolleksiyondaki sanat materyalleri de Moskova’nın tarihini sanatsal bir formda sunmakta, burada yaşanan hayatı, gelenekleri, resimler halinde yapılandırmakta ve günlük yaşamın çeşitli detayları ile yansıtmaktadır. Bu resim ve grafik çalışmalarında iki tür çalışma vardır. Şehir, çevre düzenlemeleri ve portreler. Müzedeki binlerce negatif ve fotoğraflar ile Moskova’nın 19.yüzyıl sonlarındaki Moskovalı’ların yaşantısı ve günlük hayat bir belgesel titizliğinde sunulur. Müzedeki döküman kolleksiyonu oldukça geniş olup Moskova Belediyesi’nin 16.yüzyıldan bugüne tarihi, politik ve ekonomik gelişmeleri ile ilgili oldukça yüklü bir bilgi sunmaktadır. 16.yüzyıldan bugüne nadir bulunan kitaplar, politik, tarih, kültür ve şehrin ekonomisi dışında şehrin ilgili dönemindeki ünlü kişilerini, önemli olayları ve şehrin göze çarpan önemli kişiliklerini belirtmektedir. Buradaki ayrıca dini kitaplar kolleksiyonu Moskova’nın civarını tanıtan rehber kitapları ve resimli basımlar en değerli eserleridir. Birçok ödül, madalya ve onbinlerce obje kolleksiyonun birbaşka parçasıdır. Kolleksiyonda ayrıca porselen, cam ve seramik eserler vardır ve bunların çoğu Rusya’daki Yamburg, Petersburg, Nikolo-Bakzmetievsky cam fabrikası, Maltsevs fabrikası, F.Gardener, A.Popov, Kornilovs, İmparatorluk Porselen Fabrikası, M.Kuznetsov, Gzhel fabrikalarının 18. ve 20. yüzyıllar arasındaki eserlerini içermektedir. 20.yüzyılda müze özgün bir objeler kolleksiyonu oluşturarak şehir kostümleri, aksesuarları, mobilyaları, saatleri Rus ve Avrupa ustalarının baş eserleri buradadır.

Moskova Modern Sanatlar Müzesi



Aralık 1999 yılında, 18. yüzyılın önemli anıtlarından birisi, ünlü Rus mimar Matvei Kazakov tarafından yapılan Gubin Malikanesinde açılan Modern Sanatlar Müzesi, ilk olarak Sanat Akademisi Müdürü Zurab Tsereteli özel kolleksiyonu üzerine kurulmuştur.
Müzede, birçok ünlü yabancı sanatçının eserleri sergilenmektedir. Özellikle Armand tarafından yapılan heykeller, ünlü İtalyan mimar Arnaldo Pomodoro’nun “güneş diski” görülebilecek önemli eserlerdir. Yabancı deneysel formların içinde özellikle Japon konseptualist Yukinory Yanagi’nin eseri “bağımsız devletler topluluğu karınca çiftliği” ile günümüzün birçok sanat akımına ve teknolojisine özgün eserler yer almaktadır. Avrupa ve Amerikan sanatının ünlü sanatçıları Pablo Picasso, Fernand Leger, Salvador Dali, Joan Miro ve Rufino Tamayo litografları da burada sunulmuştur.
Rus Avan-garde sanatının kolleksiyonuna özel bir önem verilmiştir. Müze 20. yüzyıldaki dünya çapında ünlü birçok sanatçının eserlerini sergilemektedir. Müze Kazimir Malevich, Alexandra Exter, Natalia Gonchorova, Robert Falk, Ivan Pouni, Vladimir Baranov-Rossine ve David Burlyuk gibi ünlü ressamların 30 eserine ev sahipliği yapmaktadır. Müzeyi ziyaret edenler ayrıca Kandinsky’nin arkadaşı Vladimir İzdebsky’nin iki kompozisyonunu da görecektir. İzdebsky 1917’deki devrimden sonra “Paris anıları” serisi ile tanınmıştır. Bunun dışında ünlü Gürcü artist Niko Prismoni’nin özgün kolleksiyonu da müzede yer almaktadır.
Müze 1950-1970 arasındaki non-konformist sanata adanmış bir sergi de içermektedir. Bu akımın yaratıcılığı Sovyet ideolojisine ters düşmektedir. Bunların içinde V. Nemukhin, E. Steinberg, V. Komar, A. Melamid, O. Rabin, A. Zverev, D. Krasnopevtsev ve diğer bir çok sanatçı sayılabilir.
Aynı zamanda günümüz sanatçılarından Boris Orlov, Dmitry Progov Francisco Infante, Oleg Kulik, A. Brodski, Aidan Salakhov Lena Hades, Valery Koshlyakov ve Serguei Shutov’un da eserleri görülebilir. Bu sanatçılar daha çok “aktüel” sanat olarak adlandırılan bir tarz üzerine çalışmışlardır.
Moskova Modern Sanatlar Müzesi, 20. yüzyılın ilk yarısındaki çalışmaları içermektedir. Rusya ve yabancı ülkelerdeki sanat olaylarının ve trendlerin kontrastları ve bağlantıları üzerine kuruludur. Ayrıca dünya kültürü gelişiminin bütünlüğünü göstermeyi amaçlarken bunun içinde Rus sanatının rolünün de altını çizmektedir.
Aralık 2003’de müze galerilerinini ikinci bir adrese taşımış ve genişletmiştir. Ermolayevsky pereulok üzerindeki sergi salonu da ayrıca Moskova’nın tarihi binalarından birisidir. Bu geniş salonlu merkez oldukça büyük sanat projelerinmi de içermektedir. Bu projelerden birisi de “Artconstituion” (sanat yapısı) adı verilen ve günümüzün yüze yakın Rus sanatçısının çalıştığı bir proje olmuştur. Sonuç olarak burada büyük bir halk ilgidi ve buna paralel olarak da sayısız uluslararası sergi olmuştur. Bunlardan bir tanesi FotoFest (Huston,ABD) tarafından sponsor edilen 260 fotografik eserle (ki bunların 24 sanatçısı ABD, 12 sanatçısı ise Avrupa, Asya ve Latin Amerikalı sanatçılardır) yapılan bir projedir.
Bugün müze sadece kolleksiyonları ve sergileri için tanınmamakta, aynı zamanda sanatsal eğitim merkezi olarak da tanınmaktadır. Modern sanatlar okulu, müze ile beraber çalışır ve yaratıcı studyo çalışmaları içinde 2 yıllık bir programı kapsar. Programın içinde modern sanatlar hakkında dersler, günümüzün görsel sanat teknolojileri çalışmaları ve günümüzün kültürünü çevreleyen entellektüel problemlerin yaklaşımları ile ilgili dersler ve bugünün sanat piyasasının konumu ile ilgili dersler vermektedir.

ВВЦ Bütün Rusya Sergi Merkezi


Çiftçi kızı ve çoban Moskova’da tanıştılar. Ülkenin kuzeyinden gelen çiftçi kızı ile kafkas dağlarından gelen çoban birbirlerine aşık oldular. Böyle bir olay ancak ulusun ana sergisinde olabilirdi. Ünlü Sovyet filmi Swineherd and Sheperd bu romantik hikayeyi anlatıyor ve mutlu insanların gündelik yaşamlarından sahneler veriyor.
Ulusun ana sergisi 20.yüzyılın en büyük fuar projesiydi ve Sovyetler Birliğinin başarılarını gösteriyordu. (İlk ismi Sovyet Birliği Tarım sergisi iken, 1959’da Ulusal Ekonomik Başarılar Sergisi ve son olarak 1992’de Bütün Rusya Sergi Merkezi olarak adlandırılmıştır.) Bu nedenle Moskova’nın kuzeyinde caddeleri ve meydanlarıyla tahta binalardan oluşan bir şehir inşa edildi. Bu sergi 1937 yılında açılıp Kasım devriminin 20. yılını işaretleyecekti. Ama bu tahta pavilyonlar Sovyet liderlerinin görüşleri doğrultusunda başarısız oldular. Stalin, inşaat alanını ziyaret ettikten sonra, bu pavilyonları beğenmedi ve büyük gücün potansiyelini yansıtmadığını düşünerek reddetti. Bu büyük, ideolojik projenin oluşmasını sağlayan mimarlar halkın düşmanı olarak ilan edildiler. Bunun üzerine yeni planlar yapıldı, hiçbir masraftan kaçınılmadı, serginin Sovyet insanı ve politik rakipler üzerinde unutulmaz bir izbırakması için çalışıldı. Toplamda 250 tane, kimisi metal, kimisi mermer, kimisi beton pavilyon diğer ahşap binaların arasına yerleştirildi. Çok güzel fontanlar, görkemli tesisler caddelerde ve bu fantastik şehrin meydanlarında yerlerini aldı. Parkları ve bahçeleri egzotik bitkilerle süslemeyi, hatta girişin yanlarına palmiyeler dikmeyi planladılar. Bunları canlı tutmak için kış boyunca toprak ısıtılacaktı. Gezecekler için metrodaki yürüyen merdivenlere benzer yürüyüş bantları planlandı. Ancak planların bazıları uygulanamadı.

1 Ağustos 1939’da bu sergi kompleksinin açılışı yapıldı. Sergi alanına yaklaşırken misafirler Vera Mukhina tarafından yapılan 25 metrelik fabrika işçisi ve kolektif çiftçi heykelini gördüler. Bu devasa paslanmaz çelik figürler, başlarının üzerinde orak ve çekiç tutan kadın ve erkek figürleri, Sovyetlerin sembolü haline geldi. Şu anda bu heykel restorasyon altında ve 2007 yılına kadar görülemeyecek.

Bir başka heykel, şimdi sökülmüş ve unutulmuş olan, restore edilmeyecek 10 metrelik temel üzerine yerleştirilmiş 15 metrelik Stalin heykelidir. Bu heykelin yerinde şu anda, Yuri Gagari’nin Vostok aracıyla uzaya çıkışını simgeleyen 1964’de dikilmiş olan bir anıt bulunmaktadır. Bu anıtın altında ise uzay müzesi yeralır. Bu müzede Gagarin’in dünyanın etrafında dolaştığı Vostok1 gibi araçlar sergilenir.

Stalin heykeli ideal lideri anlatmak için yapıldı, ama devasa bir idol gibi göründü ve heykelin içinde başka bir Stalin heykeli vardı. Yani Stalin’in içinde bir diğer Stalin gibi. Heykel hazır olduğunda, heykeltraşlar eskizini ne yapacaklarını bilemediler. Yok edemezlerdi çünkü bu politik bir hareket gibi görünebilirdi. Bunun üzerine eskiz olarak hazırlanan Stalin heykeli dev boyuttaki aslının içine yerleştirildi. Sanki birinin içinde diğeri olan matruşkalar gibi.

Sergi olağanüstü başarı kazandı ve ilk ay 3.5 milyon insan ziyaret etti. 1941 yılında sergi sadece 2 ay açık kalabildi. Sovyetler birliğinin Nazi işgaline girmesiyle kapandı. Çünkü sergi merkezindeki tüm çalışanlar Sovyet ordusuna katıldılar ve cepheye gittiler.

Ancak kısa bir süre sonra sergi alanı film stüdyosu olarak yeniden açıldı. Swineherd ve Sheperd filmini izlerken, filmin çekildiği bu sergi alanındaki sahnelerin, yaklaşan bir savaş altında olduğuna inanmak imkansızdır. Oysa bu sırada Nazi uçakları Moskova’yı bombalamaya başlamıştır bile. Sıradan milyonlarca insan için bu film, barış, mutluluk ve huzur dolu bir hayatın kabulüydü ve kominist cennet dünyasının gerçeğe dönmesiydi.

Eğer aralıksız çalan müziği ve sizi mağazalara davet eden anlamsız ve rahatsız edici reklam panolarını, duvarlardaki çatlakları umursamazsanız, bu fantastik şehri yarım yüzyıl önceki haliyle gözünüzde canlandırabilirsiniz.


1954’de sergi bugünkü son halini aldı. 1930’ların temelini koruyarak, daha görkemli ve daha lüks oldu. Giriş 90 metre yüksekliğinde zafer anıtıyla dekore edildi ve ellerinde buğday demeti tutan traktör şoförü ve çiftçi kadın heykeli ile taçlandırıldı. Ana pavilyon Roma tapınağına benzer bir yapıya dönüştürüldü. Bir Roma tapınağı, Babil Sarayı, Gotik Katedral gibi... Pavilyonun önüne büyük bir meydan ve meydana da “İnsanların Kardeşliği” fontanı yapıldı. Bu fontan 16 bronz kız heykeli ile dekore edildi ki bu heykellerin her biri Sovyet Birliği Cumhuriyetlerinin ulusal giysileri içindedir. Her iki fontandan 1 ton su fışkırmaktadır ve suların yüksekliği 8 katlı bir binaya ulaşacak kadardır.Bu fontanın suları her yıl 1 Mayıs’da açılır.Yakınlarda bunun kadar etkileyici bir diğer fontan daha vardır ki o da taç çiçek şeklindedir.

Bu meydanın etrafındaki pavilyonlar Sovyet Cumhuriyetlerini ve ana bölgelerini temsil eder ve buna göre adlandırılmışlardır. Herbiri kendine göre değişik dizayn ve dekora sahiptirler.en güzel pavilyonlardan biri olan Özbekistan, şimdiki adıyla Kültür pavilyonunun girişinde görkemli ve havalı sütunlarla çevrelenmiş etkileyici bir fontan bulunur. Duvarlarında ve giriş kapısında çini ve oyma sanatının güzel örnekleri görülebilir. Bir diğer pavilyon Ukrayna’ya adanmış, duvarlarında çiçek ve meyva motifli seramik paneller olan nişli ve optimistik görünümlü olandır. Çatısında altın mozaiklerle süslenmiş heykeller bulunur.

Sovyetler Birliğinin endüstriyel başarılarını simgeleyen mekanizasyon meydanındaki devasa pavilyonlar da görülmeye değerdir. Ana meydan dağılmış daha küçük boylu ama temalı pavilyonlarla çevrelenmiştir. Bunlardan biri, peri masalından çıkmış bir köyevi gibi görünen, ahşap oymalı ve bronz kız heykelli, diğeri İmparatorluk stili, minyatürlerle süslü bir konak, bir başkası ihtişamlı bir saray, camları gaz lambası şeklinde ve gül motifleri ile süslenmiş, herbiri ayrı güzelliktedir.

Bütün bu heykeller, fontanlar ve yapılar, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sanki bulundukları yere ait değillermiş gibi dururlar. Bu eski ve yaşlı görkemin kalıntılarını korumak için yapılan sonuçsuz çabalar da yavaş yavaş tükenmektedir. Buğdayın altın kulağı fontanı yaşlı bir adamı andırmaktadır. Buğday başaklarının arasından fışkıran suların günleri geçmiştir artık ve sanki rüzgarda dağılan başak etkisi yoktur artık. Bugün bu fontan hayatının kalanını yaşamaktadır ve hareketsiz su birikintisinde kendi yansımasını seyretmektedir.

1992 yılında Ulusak Ekonomik Başarılar Sergisi adı Bütün Rusya Sergi Merkezi olarak değiştirildi. 90’ların ortasında alanın birçok sergisi kapatılmış, birçok bina kiralanmış ve buralarda ucuz çin malları satılmaya başlanmıştır. Ancak içinde hala daha bir fuar merkezi bulunmaktadır.

Bugün hala bu sergi merkezi binlerce kişiyi çekmektedir ve bunun nedeni sadece buranın Sovyet mimarisini içeren bir açık hava müzesi olması değildir. Aynı zamanda Gorki Park gibi birçok eğlencenin ve aktivitenin yapılabildiği bir alan olduğu içindir. Burada, merkezin ortasından geçen küçük bir trene binip gezebilir, 75 metre çapındaki dönme dolapla çok yükseklere çıkabilir veya roller costerla daha heyecan verici duyguları keşfedebilirsiniz.

Likhobory girişinin yanında bulunan bir balıkçı köyünde balık tutabilirsiniz. Oltanızı yanınıza almadığınıza üzülmeyin, bir tane kiralayıp tuttuğunuz balıkları çevredeki yörel restoranlarda hazırlatabilirsiniz. Yakınlardaki bir kulübede dinlenebilir ya da fin hamamında harcadığınız enerjiyi geri kazanabilirsiniz. Ayrıca, Likhoborka nehrinin kıyısındaki doğal ormanda Moskova’nın en iyilerinden biri olan paintball kulübüne de gidebilirsiniz.

Rusya Sergi Merkezindeki pavilyonlar değişik temalara adanmıştır. İnşaat ve mimariden arıcılığa, sağlık ürünlerinden mobilyaya kadar birçok ürün bulunur. Kültür pavilyonu ise Rus halk sanatının en güzellerini ve iyilerini sergiler. Pavilyon 71, ana pavilyonun hemen sağındaki, buz devri isimli bir müze içerir. Kim zamanın içinde bir yolculuğa çıkıp, dünyanın milyon yıl önceki haline bir bakış atmak istemez ? Gerçek bir mamutun dişlerine dokunmak istemez ? Müzenin kurucusu Fyodor Shidlovsky 20 yıldan fazla bir süre mamut, mağara ayıları ve diğer buz çağı hayvanlarının kalıntılarını ve fosillerini topladı, paleantolojik bir kolleksiyon yarattı. Bu müzenin içinde sanki binlerce yıl öncesinde bir ormanın içinde gibi olursunuz ve kutup kurdu ya da yünlü gergedanla karşılaşabilirsiniz. Prehistorik avcıların kazdığı bir çukurun dibinde durup, düşmüş dev bir mamuta bakabilirsiniz ve kendinizi bu buzul bölgesinin bir kaşifi gibi hissedebilirsiniz. Bu heyecan verici tur fokurdayan şelaleler, kükreyen hayvanlar ve pırıltılı ışık efektleri ile süslenmiştir. Bu fantastik müzeyi gezerken, bazıları mamut dişinden yapılmış fildişi oymalarını da görmeyi ihmal etmeyin. Son olarak sergi merkezinden çıkmadan önce arıcılık pavilyonundan yüzlerce değişik kokulu ve baharatlı ballardan size uyanını seçmeyi unutmayın.

On parmağında on marifet olan bir sanatçı: Zurab Tsereteli


Onu sadece Rusya’da tanımıyorlar, onun ünü dünyaya yayıldı. Sadece Rusya’nın değil dünyanın en ünlü ressam, heykeltraş, mimar, seramik sanatçılarından birisi olan Zurab Tsereteli, Gürcü asıllı olup 1934 yılında Gürcistan’ın Honi kentinde doğdu.

16 yaşında amcasının atölyesinde ilk sergisini açan Tseretali, 1952 yılında Tiflis Resim Akademisinde Resim Bölümünü kazandı. 1958 yılında Sovyet devleti onun ‘Tiflis Şarkısı’ resmini yasakladı. Akademiden mezun olduktan sonra Tsereteli, serbest ressam olarak çalışırken, portre ve manzara yanısıra kitap çizimlerini de yaptı. 1959 yılında yerel ve ulusal sergilere katılarak iki gümüş ve bir bronz ödül kazandı. 1960 yılında Gürcistan Bilim Akademisinde Tarih, Etnografi ve Arkeoloji Enstitüsünde, ressam ve mimar olarak işe alındı. 1963 yılında, Gürcistan Ressamlar Birliğinde, üst uzman olarak iş verildi ve artık ülkenin bir ucundan öbür ucuna kadar seyahat edip resim, heykel, mozaik vs. eserlerine imza atmaya başladı. 1964 yılında Paris’e gittiğinde, zamanının Fransa Cumhurbaşkanı ve Picasso ile tanıştırıldı. O zamanlarda da kendi sanat stilini yaratmaya başladı. 1965 yılında, Moskova’da düzenlenen Sovyet Birliği Sanat Fuarında altın madalyaya layık görüldü. Gürcistan’ın en önemli tatil bölgelerinden biri olan Pitsunda’da bulunan önemli bir kaplıca projesi üzerinde çalışırken, Sovyet Birliğinin Devlet Başkanı ve Kültür Bakanı ile tanıştığında, Moskova Sinema Evinin dekorasyonunu üstlenmek üzere Moskova’ya çağırıldı. 1967-1968 arasında da Moskova Sinema Evi projesini tamamladı ve Moskova’da kendine bir studyo açtı. Aynı zamanda da Gürcistan Kaplıcaları Baş Ressamı pozisyonuna atandı. 1978 yılında Gürcistan Halk Ressamı ünvanına layık görüldü. Aynı dönemde, New York’taki Birleşmiş Milletler Sitesinde Sovyet Birliğinin Binasının dizaynını üstledi, o çalışma sırasında New York Güzel Sanatlar Kolejinde ders vermeye başladı. 1980 yılında Tsereteli Moskova Olimpik Oyunlarının Baş Ressamı oldu. Olimpiyat Oyunları sırasında yapılan İzmailovskaya Otelleri, Dinamo Spor Sarayı, Krasnaya Presnya’daki Uluslararası Ticaret Merkezi binaların dizaynları Tsereteli’ye ait. 1989 yılında Sovyet Birliği Sanat Akademisine üye seçildi. 1991 yılında ise UNESCO Moskova Uluslararası Destek Fonu’nun Başkanlığına seçildi. 1992 yılında Yuri Lujkov ile tanışıp sıkı dost oldu. 1994 yılında Rusya Güzel Sanatlar Akademisinin Başkan yardımcısı, 1997 yılında ise Başkanı olarak seçildi. 1996 yılında Poklonnaya Tepesindeki Zafer Parkı projesini tamamladı. 1996 yılında Manejnaya meydanı ve Okhotny Ryad Alışveriş Merkezini tamamladı. 1999 yılında da Moskova’nın baş kilisesi olan Kurtarıcı İsa Katedralini tamamladı. 2001 yılında, Preçistenka’daki Rusya Sanat Akademisinden sanat eserlerine ev sahipliğini yapan Zurab Sereteli Sanat Galeresi açıldı. 2002 yılında, Bolşoy Tiyatro’nun Yeni Sahnesinin dekorasyonunu yapan sanatçı ekibinin başına geçti, yeni sahnenin perdesini tasarladı. 2002 yılında, tasarımı Tsereteli’ye ait olan altın kaplı sol anahtarı, Kızıl Tepelerdeki Uuslararası Müzik Evi’nin kubbesine monte edildi. 2004 yılında, Moskova Üniversitesi Kütüphanesi Baş Ressamı olarak atandı, Moskova Üniversitesinde Fahri Profesör ünvanını aldı. Sanat hayatı boyunca, Brezilya, ABD, Fransa, İspanya v.b yabancı ülkelerde bir çok başarılı projeye imza attı. 2004 yılından beri de hem Rusya, hem dünya çapında çalışmalarını sürdürmektedir.

Sanatçıya ait bilinen en önemli eserler, Zafer parkındaki haykeller, Kurtarıcı İsa Katedralindeki tüm heykel ve freskler, Moskova nehrinde yer alan gemiler üzerinde yükselmiş Peter heykeli sayılabilir. Bunun dışında sanatçının sayısız eseri ki bunlar içinde heykeller, yağlıboya tablolar, emal(mine) işi panolar ve çok daha fazlası Preçistenka Ulitsa 19 numaradaki galerisinde sürekli olarak sergilenmektedir. Oldukça ilginç ve geniş bir yelpazaye sahip olan galeride sanatçı ayrıca yetenekli çocuklara resim dersleri vermekte.