27 Kasım 2007 Salı

Moskova’da kar sevinci

Moskova’ya ilk geleceğim zamanları hatırladım bugün. Ne hazırlıklar yaptığım aklıma geldi tek tek. Dile kolay neredeyse on yıl olmuş ve ne çabuk alışmışım bu güzel şehre, iklimine, sokaklarına, insanlarına. İlk aklıma gelen de giyecek ne getireceğime bir türlü karar verememem olmuştu. Malum burası kış ülkesiydi, mutlaka çok soğuk olacaktı ve ben hazırlıksız yakalanmak istemiyordum. Haliyle bir telaş aldı ki bizi sormayın. Hemen mağazalar gezilmeye ne kadar kışlık kıyafet varsa alınmaya başlandı. Gelin görün ki herşey uzaktan göründüğü gibi olmuyormuş.

O zamanlar Tiffany Tomato’nun kalın mı kalın yünden ve boğazlı kazakları pek modaydı Türkiye’de. Hiç unutmuyorum, krem, bej, kahverengi, gül kurusu gibi soft renklerde ve kilim desenine benzer otantik görünüşlü kazaklar o zaman gözüme tam ihtiyacım olan şey gibi gelmişti. Her renginden birer tane aldığımı hatırlıyorum. Bir de çok soğuk mevsime uygun spor mağazasından içi tüy kaban almıştık apar topar. Tabi kalın botları da unutmamak gerek ve el örgüsü yün çoraplar... Herşeyden önce o botlar asla yeteri kadar sıcak tutmadılar, çünkü buranın hava şartlarına uygun üretilmemişlerdi. Tabi şimdi olsa küresel ısınmanın etkisi ile biraz da olsa ısınmış Moskova’da idare edebilirdi ama o dönem benim üşümemi asla engelleyememişti. Ama aldığım kabandan çok memnun kaldığımı itiraf etmeliyim, hala dolabın bir köşesinde sapasağlam duruyor ve artık sadece kızak günlerinde bana eşlik ediyor. Şu meşhur kazaklara gelince... bir defa giymişimdir heralde, yok abartmayalım üç defa giymişimdir. Moskova’ya Ocak ayının dördünde geldim ve ilk öğrendiklerim, buzda düşmemek için küçük küçük ve hafif yan yan basmak, MFÖ’nün “Şapkasız çıkmam abi”sloganındaki gibi şapka, eldiven ve atkısız çıkmamak, bunun yanısıra atkıyı hiçbir zaman ağız içeride kalacak kadar kapamamak ( nefesinizin buharı ile ıslanıp daha beter üşümenize neden oluyor), kesinlikle içine nispeten daha ince giysiler giyip üstüne hırka ya da kolay çıkabilecek kazak giymek ve dış giyimi çok sıkı tutmak. Çünkü metro, alışveriş merkezi, marketler, restoran ve kafeler, evler, kısacası tüm iç mekanlar dışarının aksine kışın aşırı sıcak oluyor. Moskova’ya yeni gelenler ya da gelecekler için bu tavsiye çok önemlidir; bol bol uzun kollu penyeler ya da gömlekler üzerine giyebileceğiniz sıcak tutacak hırka, ceket hatta polarlar. İşte bu mevsimin sırrı budur.

Bunun yanısıra Moskova’nın havasının her an sürpriz yapacağını da unutmamak lazım. Örneğin bugün... Sabah MoskovaLife’da yaklaşan soğukları okumuş olmama rağmen birden havanın değişeceğini düşünemedim. Ama ben bunu her sene zaten yaparım. Akşamüstü çıkan rüzgar ve tipi şeklindeki kar aklımı başına getirdi getirmesine ama ne fayda. Bir defa hazırlıksız yakalanmıştım. Yine de içime işleyen soğuk beni asla rahatsız etmedi. Ama bunun nedeni soğuğa dayanıklı oluşum falan değildir asla. Bunun nedeni Moskova’da geçirdiğim yıllarda soğuğa karşı direncimin artmış olması da değildir. Tamam belki bir parça alışmışlık olabilir ama asıl neden o rüzgarla birlikte Moskova’yı beyaza boyayan kardır. Her ne kadar kış boyunca, özellikle bahara doğru “Yaz gelsin artık” diye sızlansam da ben bu şehri karların altındayken daha çok seviyorum. Soğan kubbelerin üstünü kar kapladığı zaman masalımsı görüntüsünü, kuru ağaç dallarının karlanıp yılbaşı ağacını andırmasını, sıcacık yün şapka, eldiven ve atkılar içinde yürüyen insanların buzda düşmemek için temkinli adımlarını izlemeyi seviyorum. Soğuk kış gününün ardından akşam sıcacık evime girip elimde sıcak kakaom ile camdan karın yağışını izlemeyi, hafta sonları termoslara çayı, kahveyi hazırlayıp çoluk çocuk yüklenip kızağa gidip orada sırılsıklam olduktan sonra eve gelip sıcacık suyun altında ısınmayı seviyorum. Gece ışıkları altında sanki tüm şehre sim parçacıkları atılmış gibi görünen karlı yürüyüş yollarını, yol kenarlarında beyaz karın üzerinde turuncu kıyafetleri ile karları küreyenlerin bitmek tükenmek bilmez çabalarını izlerken bir troleybüsün camına kafamı dayamış eve dönmeye çalışmayı seviyorum. Fırtınalı bir günde ellerim ve ayaklarım üşümüş, içimi titreten soğuğa karşı gelmeye çalışırken, metronun kapısını açtığımda yüzüme vuran sıcaklığı seviyorum.

Aslında...Özetle...Ben Moskova’yı çok seviyorum.

Kışa merhaba

Yaz bu sene Moskova’da pek güzel geçti. En azından benim Moskova’da olduğum dönem, hoş bu sene sadece iki hafta kaçtım zaten Moskova’dan ama. Tam havalar soğudu eyvah donucaz derken üstüne bir de pastırma sıcağı, bir başka değişle kocakarı yazı... Aman ne güzel sıcacık yaşayıp gidiyorduk.

Derken kar başladı. O sıcakları yaşarken insan hiç kış gelmesin, böyle devam etsin istiyor ama Moskova’nın karı insanı büyülüyor işte. Kar ağaçların üzerine bir kere düştü mü hele bir de bu hafta sonundaki gibi kocaman lapa lapa, özlemişim ben kışı dedirtiyor insana. İnsanın içini çocukça bir sevinç kaplıyor farkettirmeden. Aynen bu Pazar uyanıp da pencereden yandaki fakültenin bahçesindeki ağaçların üzerinde epeyce tutmuş karı benim gördüğüm zamanki gibi. Peri masalından fırlamış gibi görünüyordu mutfak penceremden o kocaman bahçe. Arkada arabalar akıp gitse de geniş prospektte, cadde ile aramda kalan o ağaçlar yok mu, beni sanki ormanda bir kulübedeymişim gibi sevindirdi bu Pazar.

Hemen de eridi kar ama yakında kalıcı kar yağar, uzun süre Moskova yine bembeyaz paltosunu giyer. Bu arada bugün başka birşeyi farkettim. Uzun yıllar burada yaşayınca vücut soğuğa alışmış olsa gerek biraz ısı artınca sıkıntı yaratıyor. Ayrıca kışlık giysileri de sevemyi öğretmiş bana Moskova. İlk geldiğim yıllar ne kadar şikayet ederdim üst üste lahana gibi giyinmekten. Oysa şimdi bir kafenin pencere kenarında sıcacık kazağım ve ben, elimde kitap ne kadar da mutluyum.

Tek sorun şu kapalı alanların aşırı sıcak oluşu. İlk geldiğim zaman ne kadar kalın kazak varsa yüklenip gelmiştim ama nereden bilebilirdim ki bunun bana faydadan çok sıkıntı yaratacağını. Moskova’da kış geçirecekseniz en iyi giyim şekli iç ince, üst kalın olmalıymış meğer. Hafif bir bluz üzerine eğer çok soğuk olacaksa sıkı tutacak bir hırka ve mutlaka çok iyi bir kaban. Ayrıca bot ya da çizme de çok önemli. Mutlaka buranın soğuk kış şartlarına uygun bot olmalı. Zamanla öğrendik tabi. Ama hala metroda üstündeki kabanı, atkıyı, şapkayı bir ben çıkarıyorum sanırım. Çünkü Ruslar eldivenlerini bile çıkarmıyorlar o sıcakta.

Sonuç olarak kış artık kapıda değil, kışı resmen içeri davet etmiş durumdayız. Kışlıklar çıktı dolaplardaki yerlerini aldı, kaloriferler yanmaya başladı hatta kar lastikleri de yakında takılmaya başlayacak. Belki de bu hafta sonundaki yağıştan sonra kimileri taktı bile. Şimdi Moskova’yı beyaza boyayan güzelliğin tadını çıkarma zamanı.

Kız kıza buluşmalar

Eylül ayının başında okulların da açılmasıyla beraber bayanlar arası toplantılar da başladı malum. Herkes tatilden döndü, Moskova’ya yeniden alışma çabaları başladı, yine sabah kalkıp “Bu gün ne yapsak acaba?” söylentileri Türk hanımlarının evlerinden yükselir oldu.

Biz de arkadaşlarla yine aynı sorunlarımızla baş başa bulduk kendimizi. Hepimiz belli bir mesleği eline almış, çoğumuz bu mesleği Moskova’ya gelmekle elinden kaçırmış ve birkaç şanslımız ise uzun uğraşlardan sonra bir işe girmiş. Birden gün içinde neler yaptığımızı, neler konuştuğumuzu düşündüm de... 10 yılda çok da fazla birşey değişmemiş. Ürkütücü değil mi? İnsana ne kadar da tek düze geliyor...

Biz kızlar buluşunca neler yaparız? Birçoğunuzun “Dedikodu” diye bağırdığını duyabiliyorum. Ama Moskova bana birçok şey öğretti, bunlardan birisi de dedikodu konusunda bayanların, beylerin eline su bile dökemeyeceği...Hiç itiraz etmeyin... Sabah uyanma faslı ile başalamak istemiyorum, klasik ev içi koşuşturmaları. Ama sonrası var elbet... Önce kararlaştırılan yer ve saatte biz kızlar toplanırız. Elbette aramızda ufak gecikmeler olur. Toplanır toplanmaz eğer açsak ki nedense hep öyle oluyor! önce bir restorana oturulur. Restoranda özellikle business lunch(çalışanlara özel çıkarılan bu menu biz çalışmayan bayanları hep çok cezbetmiştir) hadi bilemediniz en azından sezar salata olmalıdır. Keyifli sohbetimizle birlikte tabaklarımızı bir güzel sıyırırız. Bu yemeğe eşlik eden sohbet genellikle ya çocuklarımız olur ya da eşimiz dostumuz. Eğer çocuklarımızdan bahsediyorsak ana konu okul sorunu, eşimizden bahsediyorsak iş saatlerinin akşamları çok uzaması, dostumuzdan bahsediyorsak hafta sonu buluşma planı masumane konular içindedir.

Genelde birçok sorun ekmek kırıntıları ile birlikte masaya yayılır. Çocukların ergenlik çağı sorunları, okul problemleri, arayıp da marketlerde bulamadığımız “x” marka ürünler, bitmek bilmez işkolik eşlerin sorunları, kim geldi, kim gitti, aramıza yeni katılacak mı var, katılanlar sıkılmış mı, neden sıkılmış, bebek bekleyen, doğum yapan.... liste uzar yani. Ama bu konuların arasında biz boğuşurken hesap gelmiş, ödenmiş, masadan kalkılmıştır. Yavaştan mağazalar gezilmeye bile başlanmıştır hatta. Ruh durumuna göre bir iki parça şey alınabilir, ya da mağazalardaki kıyafetler beğenilmeyerek “bu sezon da modeller hiç hoş değil canım” söylentileri ile gününm bir kısmı daha geçer. Burada bir dipnot; bu mağazaların arasında Zara ve Mango olmazsa olmaz, hele bir de araya ayakkabıcı çeşnisi atılırsa süper.

O kadar dolaşmaya yoruluruz tabi, hemen en yakın kafeye. Önerimiz, Cafe House (hele bir de bir kahveye ikinci bedava kuponumuz varsa ne ala), Şokalatnitsa ya da Kafemania. Kahveler içilir –tercihen cappucino- alınan giysi, takı, ev aksesuarı her neyse bir kez daha torbalardan çıkarılır bakılır. Bir de bakmışız ki bir gün daha sona ermiş...

Evet biliyorum, buraya kadar bilmediğiniz hiçbirşey yok. Yani zaten siz bunları görmeye alıştınız, eşinizden, arkadaşınızdan ezberlediniz bile... Ama bilinmeyen birşey var ki o da; ülkemizden bunca kilometre uzakta, ailemizden bunca kilometre uzakta, hatta bazılarımızın kurulu evinden bunca kilometre uzakta en iyi terapi bu kız kıza buluşmalardır. Biz birbirimizin terapisti, biz birbirimizin yoldaşıyızdır. Bizim bu “kız kıza gezmeler”imiz olmasa beyler yandı ki ne yandı... Bir hayal edin...

Ama belirtmeden geçemeyeceğim, biz sadece alışveriş yapıp yemek yemiyoruz, sergi geziyoruz, müzelere gidiyoruz, Moskova sokaklarını keşfediyoruz. Arada sırada da olsa...

Türk Bayrakları

Sabah erken saatte kalkıp bir telaş kahvaltı hazırlıyorsunuz, aynı telaşla çocukları hazırlayıp kahvaltılarını bitirdiklerinden emin oluyorsunuz. Daha ocağa demliği koyamadan yollara düşüyorsunuz. Herkes evden çıkarçıkmaz bir başka kız kıza görüşme için yollara düşüyorsunuz.

Dün sabah da günüm böyle başladı işte. Moskova Türk Kadınlar Organizasyonunun Moskova’ya yeni gelen üyeleri için hazırladığı kahvaltıya gittim. Tabi ben kalkıp evden çıkıp kahvaltının olduğu yere gidene kadar epeyce acıkmıştım. Restorana girer girmez önce sıcak sonra da mis gibi kahve kokusu yüzümü okşadı. Bir an için sobaya yaklaşmış kedi gibi hissettim kendimi, kışı özlemişim. Yavaştan bayanlar gelmeye başladı, yerimize geçtik oturduk, kahvaltılarımız geldi derken tatlı bir sohbetin içindeydik. 29 Ekim’in hemen ertesi günüydü, akşamki resepsiyon da olmasa farkına varacak mıydık acaba? Nerede Türk bayrakları ile süslenmiş balkonlar, nerede kağıt bayrakları bir sağa bir sola sallayan minik eller. Nerede yan okulda sabah töreninin sesi, nerede içimizi hoplatan, gözlerimizi yaşartan Milli Marşlar...

Derken... Oturduğumuz masanın hemen arkasında, duvara asılmış olan, sesi müziğin sesini bastırmasın diye iyice kısılmış büyük ekran lcd televizyonda bize hiç de yabancı olmayan bir görüntü belirdi. İnsanlar sel olmuş, sokaklarda birşeyler söyleyerek dolaşıyorlar. Mevcut televizyon kanalı Euro News. Ama görüntüde tanıdık gelen, insanların tiplerinin, renklerinin yanısıra ellerinde taşıdıkları birşey. Ekran kırmızı ve beyaz. Ekran Türk bayrağı ile kaplanmış. Moskova’da bir kafede, heryer sanki Türk bayrakları ile donatılmış. İşte o zaman insanın tüyleri diken diken olmaz, yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmaz mı?

İstanbul’dan görüntüler ekrana yansıdıkça kafede hep bir ağızdan “aaa” lar yükselirken ve biz bunun mutluluğunu yaşarken, kafenin diğer yanında oturan Ruslar’a takıldı gözüm farketmeden. Bizim tepkimiz elbette onları da etkilemiş, merakla televizyona dönmüşlerdi. Televizyonda neyin anlatıldığını hemen anlamıştık, elbette bu bir önceki günün Cumhuriyet Bayramı kutlamalarıydı. Acaba orada bulunan kaç Rus bunu biliyordu? Ama asıl önemli nokta bundan ziyade bence bizim tepkimize gülümseyerek bakmışlardı. Belki de hayatlarında ilk defa bir şehirde, bir ülkede yabancı olmanın ne olduğunu görmüşlerdi. Yabancı bir şehirde Türk olmak ve bayrağını bir kafenin duvarındaki televizyonda görmek, o bayrak için atılan havai fişekleri izlemek, gururdu.

Aynı görüntüler Türk televizyonlarında akşam haberlerinde de vardı. Bu Türk Halkı’nın belki de çok geç kalmış coşkusu, mutluluğu, hüzünü, özlemiydi. Bu hakkıyla kutlanmış bir Cumhuriyet Bayramıydı. Sabahki sürprizin ardından elbette akşam çok daha dikkatli izledim görüntüleri. İçim mutlulukla doldu, duygulandım gözlerim doldu, hüzünlendim içim acıdı ama en çok o kalabalığın içinde, elinde bayrak taşıyan kişi olmayı ne kadar özlediğimi farkettim. Yine de vücudumdaki her bir hücre fiziksel olmasa da o bayrakların arasında bir uçtu bir geri geldi Moskova’daki evimin koltuğunun üzerine... Daha nice coşkuyla kutlanacak Cumhuriyet Bayramlarına...

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.