8 Aralık 2008 Pazartesi

Olmadı Moskova


Moskova denince akla ne gelir? Kızıl Meydan, Kremlin, geniş caddeler, vodka hatta ama en çok karla kaplı bir şehir akla gelir. O zaman şu an dışardaki Moskova, Moskova değil! Aralık aynın neredeyse ortasına gelmek üzereyiz, kar bizi kandırdı kapıdan baktı ve kaçtı. Nerde benim Moskova’mın beyaz giysisi?

Gökyüzü gri, yeryüzü kahverengi. Oysa şimdiye çoktan gökte kocaman yağan kar taneleri ve beyaza boyanmış bir şehir görmeliydik. Moskova’yı Moskova yapan en önemli unsur da bu değil mi zaten? Fakat gelin görün ki bunalımlı bir havadan başka birşey yok dışarda. Hasta olduğum ve kaç gündür yattığım için bunalmışlığım da var zaten bir de üstüne pencereden her ışarıya baktığımda bu görüntü... Ben güneş açınca donduran, ağaçları yılbaşı ağacına çeviren kışı istiyorum. Elimde sıcak çikolatam lapa lapa kar yağarken bir pencere önünde keyif yaptığım şehrimi özledim. Nerde kaldı kar?

Yılbaşı hızla yaklaşıyor, eminim o zamana kadar kar yağacaktır. Ama ya yağar da tutmazsa, tutar da geri erirse? Nasıl yani? Karsız bir yılbaşı hem de Moskova’da, düşüncesi bile ürkütüyor insanı. Birşey değil o zmaan Noel Baba da şaşırır yolları. Moskova’ya geldiğini anlayamayabilir hani...

Nerde kızaklarımız, patenlerimiz, kışlık berelerimiz eldivenlerimiz? Bu havada giysek gülerler mi acaba? Dışarda sabah +6 derece hava vardı ve gün içerisinde artıyor takip edemiyorum yani.

Küçük bir çocuğun kartopu oynayabilmek için kar yağmasını beklemesi gibi hevesle bekliyoruz... Hadi Moskova yarın sabah bize bembeyaz ağaçlarınla günaydın de artık :)

24 Kasım 2008 Pazartesi

Yeniden Kömürde Kestane


Şöyle bir baktım da geçen seneki yazılarıma, “Kömürde Kestane” diye bir yazı yazmışım. Yine özlem dolu bir Kasım ayı yazısı. Şimdi aylardan yine Kasım, yine havada kar kokusu ve yine özlem var. Kömürde kestanenin, Ankara sokaklarında dolaşmanın zamanı yaklaşmış. Zaman yaklaştıkça özlem de bir kat daha artmış...

“Moskova’ya geleli ne kadar oldu?” diye soruyor yeniler. Oturmuş bir restoranın köşe masasında, onların merak dolu sorularına peşi sıra cevap veriyorum. Yeniler, endişeliler, sıkılmışlar ama umutlarını kaybetmemişler. Yeni uğraşlar bulmuşlar kendilerine memleketlerinden uzakta. Soruya her yıl değişik cevap veriyorum. Bu yılki cevabım “11 yıl.”. Gözleri fal taşı gibi açılıyor. Nasıl bu kadar zamandır burada yaşayabiliyorsunuz? Ne yalan söyleyim bu soruyu son zamanlarda ben bile sorar oldum kendime. Cevap, yok... Herkes beni Moskova sever biri olarak bilir burada. Hatta sevmeyenleri ikna çalışmalarım ile tanınırım. Bazen başarılı olduğum bu çabam acaba şimdi kendimde başarıya ulaşacak mı bilemiyorum. Pek bir melankolik, pek bir karamsar moddayım.

Sebeb, bilinmiyor. Belki de tatil döneminin yaklaşması nedeniyle Türkiye özlemi sarıyor bu sıralar. Kömürde kestane istiyor canım. Ankara’nın kuru ayazında, Kızılay’dan Bakanlıklar’a yürürken, sokakta gördüğüm ilk kestaneciden aldığım yüz gramlık kestanenin kokusu burnumda. Hani bahsetmiştim ya, yarısı çürük çıkar asla yetmez diye, işte o kestane. Eldiveni çıkarırsın elini yakar, giyersin ayıklayamazsın. Ama o an onun tadını hiçbirşey tutamaz. Türkiye gibi, Ankara gibi yani. Gidersin birşeyler farklıdır artık, tarif edemezsin ama huzursuz eder. Ama yine de tadı bir başka güzeldir. Dönersin özlemi içini yakar...

Acaba kabetme korkusu mu sarıyor içimizi dersiniz? Zaman hızla geçiyor, sevdiklerimizi geride bırakıyoruz her gurbet yoluna çıktığımızda. Zamanla birlikte hayat kısalıyor, insanın aklı sevdiklerinde daha fazla kalıyor. Geçen zamanın içinde kaybedilen, bir daha yakalanamayacak anlar takılıyor kafasına. Anılara dönüşebilecek, geri dönülüp bakıldığında keyifle anılabilecek birçok fırsat uzaklardayken kayıp geçiyor hayattan. Şimdi uzansak tutabileceğimiz ellerin gün gelip de bir daha asla tutulamayacağı korkusu sarıyor yüreği.

Birlikte yenebilecek kömürde kestanelerin sizden uzakta yeniyor olduğu gerçeği, kaçırılan zamanın acısına ekleniyor. Değer mi diye düşünüyorsunuz, değer mi bu kadar uzaklarda olup da kalbinize bu kadar yakın olan insanların hasretini çekmeye? Evim dediğiniz bu 1932km uzaktaki karlı şehre değer mi? Her sabah kötü bir haber gelicek korkusu ile uyanmaya, her akşam yarının özlemini geceden duymaya değer mi?

Biliyorum, bana hiç yakışmadı bu karamsar cümleler. Ama dostlar idare edin bu seferlik. Ne de olsa insanın içi hergün güllük gülistanlık olmuyor. Dedim ya tatil yaklaşıyor, özlem arttı diye. Hele bir gidelim, kestanemizi yiyelim, hele bir moral yükleyelim hayatımıza... Tatil sonrası yine döneriz eski modumuza...

11 Kasım 2008 Salı

Her güzel şeyin sonu


Mayıs ayında başlayan tatlı telaş nihayetinde bitti. Aslında onca koşturmaca ve yorgunluğun acısını çıkarmak istiyorduk balonun ardından ama kendi adıma o koşturmacayı özlediğimi fark ettim. Elbette yapılan işin sonucunun, hepimizi fazlasıyla tatmin etmiş olması benim böyle hissetmemde etken. Mayıs ayında başlayan “Cumhuriyet Balosu” heyecanı çok ama çok güzel bir sonla hepimizin yüzünü güldürdü. Darısı gelecekteki güzel 29 Ekimler’e.

Bu bizim için büyük bir fırsattı. Yani yönetimin erken seçilmesi ve tüm yazın bize çalışmak için kalması ile heyecanlı bir telaşa girdik. İyiki de girmişiz... Her ne kadar önce bu kadar önemli bir organizasyona başlamanın tedirginliği olsa da içimde, işlerin yolunda başlaması ile heyecan cesareti de getirdi beraberinde. Elbette beraber çalıştığınız ekibin verdiği pozitif enerji de var işin içinde. Şimdiye kadar Moskova’da geçirdiğim en keyifli yaz oldu bu sayede.

Böyle ayrıntılı ve büyük bir işe girince insan sanki hep birşeyleri unutuyormuş gibi geliyor. Aynı anda birden çok şeyi düşünüp hepsinin üzerinden defalarca geçmek yorgunluk yaratsa da, işin adı “Cumhuriyet Balosu” olunca zaman bir türlü geçmek bilmiyor. Ama aslında çabucak da olup bitiyor. Yani onca ay sadece onu düşün, onun hakkında konuş, gece gündüz kafanda türlü hesaplara gir ve birkaç saatte hepsi bitiversin. Tadı damağımda kaldı resmen. Bir de etraftan güzel yorumlar gelince, keşke henüz bitmemiş olsa diyorum...

Geceye damgasını vuran ise kesinlikle Erol Evgin ve muhteşem ekibiydi doğrusu. Zaten Erol Bey ilk aklımıza geldiğinde, bu programa uyacak başka biri olamayacağını da düşünmüştüm. Zaten öyle de oldu. Muhteşem bir sahne performansı ile balonun adına yakışacak bir coşku yarattılar hem kendisi, hem ekibi. Ardından gelen 1.5 gün gibi kısa bir zamanda ise hem kendisinin hem de ekibindeki değerli müzisyenlerin harika kişilikleri bizleri etkiledi. Moskova’da keyifle gezdiğimiz bu kısa zamandan, öyle sanıyorum ki çok güzel anılar kaldı herkesin aklında.

İşin en güzel yanı ise balonun üzerinden bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen, hala balodan bahsedildiğini duymak, övgülerini almak ve bunun keyfine varabilmek. Her yıl yaptığı yardım amaçlı organizasyonları ile Moskova Türk Kadınlar Organizasyonunun bu projeyi de başarı ile gerçekleştirdiğini görmek en büyük mutluluğum.

Ama her güzel şeyin de bir sonu oluyor malesef. Sabah erken saatlerde evden çıkmalar, Moskova’nın bazen çileden çıkaran trafiğinde koşturmacalar, hesap-kitap işleri arasında geçen onca ay. Tabi çok keyifli kısımları da vardı. Bu sayede pek çok kişiyle tanıştık, Moskova’da ne kadar güzel ne kadar hoşsohbet insanlar olduğunu gördük. Hele geceye hazırlık telaşı... Sabah erken saatte otelde koşturmaca, ardından havaalanında karşılama, otobüs şoförünün ben ve ekibe sürprizi olan kısa şehir turu içinde eyvah geç mi kalıyoruz telaşları, posterler asıldı asılıyor, ses sistemi... Tabi bayan olunca başka telaşlar da var.. Giyim kuşan, süslen, saç-baş.. Ertesi gün başlayan gezi programı içinde gelişen keyifli saatler. Şimdi geriye baktığımda, kendimi boşluğa düşmüş gibi hissediyorum. Sanki yapmam gereken birşey varmış da unutuyormuşum...

Tüm bunların amacı ise tüm koşturmacalara ve yorgunluklara bedel. Hem “Cumhuriyet Balosu” olduğu için, hem de sonuçta yardıma muhtaç olanları mutlu edeceği için. İşte sırf bu iki önemli sebeb için uykusuz kalabilir, stres olabilir, yorulabilir ve sonunda büyük bir haz duyabilirim, herzaman... Bundan sonra da birbirinden güzel organizasyonlarla hepbirlikte olmak dilekleri ile, herkese sevgiler...

28 Ağustos 2008 Perşembe

ve... tarçın fırçalarına geri döndü...


Uzun zamandır ayrıydım onlardan, çok özlemişim.. İnsanın içinde neler yaşaması gerek ki sanata gücü olsun? Hep doğru zaman gelecek demiştim.. işte geldi... boyalarım ve fırçalarımla işte ben...

Yandaki resim : Şehrini arayanlar / 2008 tarcinmoscow (Seden Sezer)

12 Ağustos 2008 Salı

Ve... tatil notları

İşte bir tatil daha “Rüzgar gibi” geldi geçti. Elbette her tatil gibi. Şimdiye kadar yeterli gelen bir tatilim olmadı ki hiç... Ama bu defa gerçekten çokkısa geldi diyebilirim. Moskova’nın havasının yağmurlu ve kapalı olması da buna bir etki oldu elbet. İncecik kıyafetleri, sıcacık havayı, denizi, güneşi bırakıp gelmek zor geliyor tabi.

Tatil kısa olsa da dolu doluydu aslında. Ankara-Anamur-Ankara olarak şekillenmiş tatil programımızda ancak Anamur’da dinlenebildik. Ankara her zamanki gibi koşturmacalarla geçti. Bu koşturmacaların içinde keyifli olanlarının yeri fazlaydı. Eski dostlar, arkadaşlar her zaman olduğu gibi yine bizleri yalnız bırakmadılar elbet. Facebook’a bir kez daha teşekkürettim yani içimden. Artık Türkiye’ye yaptığım seyahatlerim çok daha renkli geçiyor iyi ki...

Onun dışında deniz-kum-güneş üçlemesinden yeterince nasibimizi aldık elbet... her ne kadar 10 gün yeterli gelmediyse de olan kadarı ile yetinmeyi öğrendik. Bol bol denizde yüzüp güneşin altında cayır cayır yandım. Moskova’ya dönmeden iyice güneş depoladım.

Moskova’ya dönmekten bahsedince. Yine oldu! Bavullardan birisi geç geldi. Bu atık bir Türk Hava Yolları klasiği haline geldi. Bu kadar sık tekrarlanması gerçekten çok can sıkıcı. Dün gece elimize geçti bavul ama öncesinde yaşanan sinir harbi ve baş ağrısı cabası...

Sonuçta evime döndüm işte. Evim evim güzel evim. Bir sürü iş beni bekliyor. En başta kendime evin bir köşesinde atölye hazırlayacağım. (neresiyse artıkorsı sanki yer varmış gibi...) ben yine de bunun için çaba sarfedicem. Artık zamanı geldi de geçiyor bile...

Sayfama geridönmüş bulunuyorum... artık yeniden sık sık görüşmek dileği ile :)

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Deniz, kum, güneş, yaşasın tatil

Dünyanın en güzel üçlemelerinden birisidir “Deniz-kum ve güneş”. Her yıl bunu düşünür, bu tatilin hayali ile çalışır sayısız insan. İşte bir tatilin daha ortasındayım, hiç de çıkasım yok doğrusu. Ruslar’ın akın akın ülkemizin güney sahillerini inmesini de çok iyi anlıyorum. Güzel bizim ülkemiz özellikle de yaz aylarında Moskova’da hava yağmurlu ve soğukken, güneşe karşı güneşlenmek gibisi yok doğrusu güneyde...

Moskova’dakileri kıskandırmak ya da özendirmek içinm yazmadım, yanlış anlaşılmasın... Ama bu yaz Moskova’dan neredeyse arkama bakmadan kaçtım. Oysa her yaz pek severdim park park, bahçe bahçe gezmeyi Moskova’da. Ama bu sene ne mümkün? Yağmurdan gözümüzü açamadık ki... Hak ettik yani biz bu üçlemeyi ve hala tatile çıkmamışsanız siz de hakettiniz kanımca...

Anamur Türkiye’nin en güney burnu. Evet bu rüzgarlı ama sıcak kasabanın en güzel yanı ise oldukça geniş ve upuzun plajı. Yine de plaj deyince en güzel yeri Anamuryum’dan başka bir yer değil diyorum. Bu plaj uzunluğu ve genişliği de göz önüne alınınca ve taş plaj olduğu düşünülünce dünyadaki sayılı örneklerinden yalnızca biri ve bizim ülkemizde. Üstelik plaj bir antik kentin hemen önünde. Yani denize sırt üstü yatıp yüzünüzü karaya dönünce önünüzde dağlara tırmanan bir antik kentin kalıntıları ile yüzüyorsunuz. Bu da yetmezse deniz gözlüklerinizi takıp dalın derim ben size. Çünkü denizin iç,nde kentin kalıntılarına rastlamak çok mümkün ve o kadar temiz ve duru bir deniz ki aşağıdaki her ayrıntıyı görebilirsiniz. Hatta altınızdan geçen küçük balığın sırtındaki minik lekeyi bile suya dalmadan yukardan seçebilirsiniz.

Tabi denize girme tercihimnizi “Mamure kalesi”nin hemen yanındaki geniş kum plajdan yana da kullanabilirsiniz. Yine tarihi bir yapının ayaklarının dibinde yüzdüğünüzü düşünün. Kale surlarını döven dalgalar aynı zamanda sizi bir yukarı bir aşağı savuruyor suyun üstünde. Bu plaj tamamen kum ve denizin dibinde küçük küçük soğuk su kaynakları olduğu için oldukça serinletici.

Ya da “Dragon” çayının denize kavuştuğu yerde ilginç bir deneyim yaşayabilirsiniz. Tam ortada bir tuzlu bir de tatlı su. Birleştikleri yerde buz gibi çayın suyu ve sıcak denizin tuzlu tadı. Denize doğru yüzdükçe yukarı doğru yükselip dereye doğru yüzdükçe dibin sizi aşağı çekmesi. Etrafta balıkçı teknelerinde ağlarını temizleyenler.

Anamur eğlenmek değil sakin ve dinlendirici bir tatil isteyenler için oldukça güzel bir kasaba. Ancak eğlence sektörü pek gelişmemiş, gelişeceği de yok gibi. Bunun yanısıra çok sıcak olmasına karşın rüzgarı hiç dünmeyen bir yer. Tek sorun yolları. Anamur’a giden üç yoldan üçü de birbirinden virajlı. Ama vardığınıza değiyor.

Ancak burada turist görmek oldukça zor. Çok nadir olarak geçerken uğrayanlara rastlayabilirsiniz. Onlar da ya kaleyi ya da Anamuryum’u görmek için birkaç saatliğine uğramış oluyorlar. Oysa Ruslar’ın bayılarak geldikleri Alanya iki adım ötemizde. Tabi iki adım diyorum ama virajlardan dolayı o iki adım 3 saat sürüyor aslında. Eğlence sektörnün gelişememesi ve tatil köylerinin yan yana dizili olmaması sanırım bunun sebebi. Aslında buraya iyi bir çeki düzen verilse muhteşem olurdu diye düşünüyorum her geldiğimde... kim bilir belki ilerde...Bir umut...

Uzanmışım kumsalda
Güneş damlar içime
Kurumuş dudaklarımda
Unutulmuş bir beste
Yaşıyorum aheste

Kapılmışım rüzgara
Savrulup gidiyorum
Şimdi çok uzaklarımda
Nafile telaşlarım
Hayattan çalıyorum

Ni la bombe atomique
Un amour platonique
Umudum yarınlarda; tatildeyim

Bir elimde ayna var
Şair beni kıskanır
Yanmışım sereserpe; sahildeyim
Ooo...

Ankara'dan bildiriyor...

İşte yine Ankara’dayım... On yıldır her altı ayda bir olduğu gibi.. insan ne derse desin yaşadığı yerin koşullarına, en azından bir kısmına çok alışıyor. Hatta kendi ülkende eskiden alışık olduğun pek çok şeye yabancı bile kalıyorsun. Bazıları rahatsız bile ediyor...

Ankara şu son bir kaç gün öyle bir sıcak yaptı ki içimden “Ya ben Moskova’ya çok alıştım sıcak beni perişan ediyor, ya da Ankara olması gerekenden sıcak benim şansıma” diye düşünürken, bugün hava biraz serinledi. Bu benim sıcakla umutsuz savaşım sırasında aklıma birşey takıldı. Eskiden en sevdiğim mevsimdi yaz... Bütün arkadaşlarım havanın 40 derecelere yaklaşmasından yakınırken ben büyük bir keyifle yaşardım yaz aylarını. Demek ki on yılı aşkın zaman Moskova’da yaşayınca ben; vücut başta sıcaklığa duyarlı hale gelmiş. Şimdi düşünürsek Ruslar da Türkiye’ye geliyor hiç de sıcaktan şikayet etmiyorlar ama onlarda bir özlem var tabi, güneş özlemi... Hatta bazılarının neredeyse hayat boyu... Bense alışmış olmam gereken bir iklime bu kadar tepki gösterdim bu yaz kendime ben de inanamıyorum...

Bir diğer kendimde şaştığım konu ise mağazalarda istemeden takındığım tavır. Moskova’ya gittiğimizdee şikayet edicek tonlarca şey vardı, ettik de zaten, hatta birçoğu hakkında hala ediyoruz. O zamanlar en çok şikayet ettiğimiz konulardan birisi de bir mağazaya girince hiçbir tezgahtarın gelip de ilgilenmemesiydi ki hala bazen çok sinir bozucu olabiliyor bu durum. Ama işin bir de tersi var. Burada bir mağazaya giriyorsunuz, aradığınız da öyle özel birşey değil aslında. Belki biraz vaktiniz var sadece vakit öldürüyorsunuz, ya da belki alışveriş gününüzdesiniz ama ne alacağınızı düşünmeden para harcamak istiyorsunuz. Anında bir tezgahtar başınızda bitiyor. “Buyrun ne arzu etmiştiniz?” “Teşekkürler ben bakıyordum”. Tezgahtar gider. Aradan ben diyeyim 2 siz diyin 3 dakika sonra siz elinizde bir bluzu evirip çevirirken yine başınızda biter. “Elinizdeki bluzun rengi teninize çok gitti.” “Teşekkürler bana biraz açık geldi de...” “Tabi daha koyıu bir renk size daha iyi gider. Bunun şu renkleri de var” diyip ne kadar aynı bluzden varsa önünüze bir dakikadan az bir sürede seriverir. O an aklınızdan geçen aynen şudur: “Bırakın da rahat rahat bir başıma gzeyim şurada”.. Ardından birşey alacağınız varsa da bırakıp mağazayı terk edersiniz. Ya da asla almayı düşünmediğiniz bir renkte ve modelde bluz yerine pantalonu alıp çıkma riskiniz de yok değil tabi...

Yani anlayacağınız o ki, Moskova’da sırf rahatlamak ve birşey almak değil belki de kafamdaki düşüncelerin arasında kaybolmak için çıktığım mağaza gezilerimi Türkiye’de yapamayacağımı anlamış bulunuyorum. Ne yapalım biz de Moskova’yı bekleriz o halde..

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Keyifli bir hobi


Tek hobim Moskova'yı keşfetmek ya da resim yapmak ya da yazmak ya da takı yapmak değil. Aslına bakarsanız bana günde 24 saat, haftada 7 gün yetmiyor desem yalan olmaz. Pek çok şey yapmayı seviyorum ve işte bunlardan birisi de kanaviçe ve goblen. Ama asla etamin değil :/

Üstteki resimde gördüğünüz yaklaşık 1 ay önce bitirmiş olduğum kanaviçem. Bu ne diye sormayın her gören önce bir soruyor çünkü... Bu tek taraftan ışık alan bir kadın slüeti. Çerçevesini de yaptım asılmayı bekliyor. Aşağıda gördüğünüz de henüz yeni başladığım kanaviçemin bitmiş hali. Tabi bu kapak resmi, benimki bitince onu da buraya koyarım :)

Bu kanaviçeler burada hazır paket olarak satılıyorlar. Kumaşları, iplikleri, paftası ve hatta iğnesi bile içinde. Yukardaki nü'nün yapılma aşaması 2.5 ay kadar sürdü. Ama dediğim gibi yapacak o kadar çok şey var ki belki sırf bununla ilgilensem daha çabuk biterdi ;)

11 Temmuz 2008 Cuma

Hancock

İşte merakla beklediğim eğlencelik bir film :) Hareketli ve eğlenceli bu filmin yönetmenliğini, Peter Berg yapmış ve başrollerini Jason Bateman, Will Smith ve Charlize Theron paylaşıyorlar. Will Smith'in olması bile yeterli aslında benim için ;) Hancock aslında başkalarının ne düşündüğünü umursayan birisi değildir. Halkla ilişkiler uzmanı Ray Embrey’in (Jason Bateman) hayatını kurtardıktan sonra alaycı süper kahraman, kendisinin de zayıf bir tarafının olabileceğini fark etmeye başlar. Hancock’un bugüne kadar karşılatığı en büyük sorun, bu yönüyle yüzleşmek olacaktır. Ayrıca, bu da Ray’in karısı Mary’nin (Charlize Theron), onun işe yaramazın teki olduğu konusundaki ısrarını kırmak için bir fırsattır. Buyrun bu da fragmanı, iyi seyirler :)

Kurskaya


Kurskaya metro istasyonu - Moskova

World Press Photo 2008 Moskova'da

Merkezi Hollanda’da bulunan bağımsız basın fotoğrafçılığı organizasyonu World-Press Photo tarafından her yıl geleneksel olarak düzenlenen “World Press Photo” ödülleri Sergisini görebilmek için son 3 gün. Dünyanın en çok ilgi çeken ve izlenen fotoğraf sergilerinden biri olan sergide, Şubat ayında Amsterdam’da 51. defa gerçekleştirilen, dünya foto muhabirlerinin mücadele ettiği en önemli yarışmanın kazanlarının fotoğraflarını görebilirsiniz. Güncel sanatlar merkezi “Vinzavod” da gerçekleşen sergi 14 Temmuz’a kadar açık.

1955 yılında kurulan ve Hollanda’da faaliyet gösteren bağımsız basın fotoğrafı platformu World Press Photo, her yıl düzenlediği yarışma sonrasında bir sergi ve katalog oluşturuyor. World Press, kamuoyunun basın fotoğrafçılığına ilgisini artırmayı ve özgür bilgi alışverişini yaygınlaştırmayı amaçlıyor. Sergideki eserler, yalnızca geçen yılın en iyi basın fotoğraflarını sergilemekle kalmayıp, aynı zamanda önemli bir tarihi doküman olarak da kayıtlara geçiyor. World Prees Photo ayrıca, değişik ülkelerde seminer ve paneller düzenleyerek, basın fotoğrafçılığının profesyonelleşmesinde rol oynuyor.


Bu yıl da sergide 200 fotoğraf seyircinin ilgisine sunuluyor. Bunların içinde eski Rusya Başkanı Viladimir Putin’in de portresi olan çalışmalardan bir diğeri de Rus foto muhabiri Viladimir Vyatkin’e ait. Vyatkin’in ödül kazanan eseri, 100 yaşındaki kareograf Mosiev ve eşine ait. Ayrıca sergide ünlü fotoğrafçılar arasında yer alan, Panos Pictures’dan İngiliz Tim Hetherington, Danimarka’dan Eric Refner, Agence Vu’dan Hollandalı Pieter ten Hoopen ve İngiliz Platon’un fotoğrafları görülebilir.


Sergiye gidemeyecekler ya da önden fikir sahibi olmak isteyenler için işte bazıları. Aşağıdaki önlüklü kızların fotoğrafı Türkiye'den. İngiliz fotoğrafçı Vanessa Winship tarafından çekilmiş ve hikayeler-portreler dalında 1.lik almış. Putin'in fotoğrafı ise, yine İngiliz bir fotoğrafçı olan Platon tarafından çekilmiş. Yine portreler kategorisinde birincilik almış.




Tarih: 14 Temmuz son gün


Yer: Vinzavod


Adres: 4. Sıromyatniçeskiy Pereulok, d.1, str.6


Metro: Kurskaya, Çkalovskaya


Çalışma saatleri: Hafta içi her gün 12:00-20:00


Telefon: 917-46-46

Bekleyiş...


Hayat zaten hep birşeyleri beklerken geçmiyor mu?

Günün özeti...

Bugün hiç bitmeyecek sandım aslında... Sabah daça koşuşturmacası ile başlayıp akşam 22:30 sularında maç ve temiz hava muhabbeti ile bitiverdi. Ama ne gündü? Kim demiş Moskova'da bir güne fazla iş sığmaz diye :) İşte örneği: Sabah kızımı sınıf arkadaşının daçasına götürdüm, hazır yeri gelmişken...DaÇa istiyoruuuuuuum... Harikaydı harika olmasına ama gitmesi bir dert, dönmesi daha büyük bir dert... Saat 11'de çıktım evden ve şehir merkezine vardığımda saat 14:00 idi... Ama değdi çünkü temiz havada güzel bir gün geçirmiş kuzucum benim...

Ardından Merail ile buluşmadan önce, CanavaruSarpus'umu arkadaşına bıraktım... Yani çocuklar bugün beni ektiler :) Neyse ki Merail vardı. Arbattaki bir aşağı bir yukarı yürüyüş ve muhabbetin arasında saatin nasıl geçtiğini bile anlayamamışız :) Arbatı altüst etmişler bu arada, kaldırım taşları değişiyor. Bu işi niye en turistik döneme denk getirirler onu anlamış değilim ya...neyse...

KafeHose'daki sohbetimizin ardından (burada değinmeden geçemeyeceğim... KafeHouseların kendine bir çeki düzen vermesi lazım, hem salata küçük ve kötüydü hem de mohitonun naneleri artık çürümeye başlamış değil, resmen çürümüştü !!!) Arbattaki keyifli yürüyüş başladı. Önce benim çok sevdiğim bir mağaza var oraya girdik. İlginç dizaynlarda kıyafet ve aksesuarların olduğu bir yer. Kumaşları pek beğenmesek de modeller fena değildi.. Tabi ben yine oradaki değişik tasarımlı broşlara takıldım ve baktım indirime de girmiş, Merail'in sen bunu yaparsın uyarılarına rağmen şu an ikisi de bilgisayar masamda durmaktalar :) Aynı yerden aldığım kelebekli sevimli fincanım gibi :) Fincan kolleksiyonuma bir yeni üye katıldı anlayacağınız ;)





Ardından Arbat'ın vazgeçilmezi olan ketenciye girdik. Aklım fena halde keten masa örtülerinde kaldı, sanırım Türkiye dönüşü o örtülerin bir ifadesini alacağım ama öncesinde bu hafta sonu gidip mutfak önlüklerinden almaya karar verdim. Malum Türkiye'ye giderken hediye telaşı sarıyor insanı...

Derken bir de baktım ki zaman bitmiş, çocukları almışım, eşimle birlikte maçın yolunu tutmuşuz. Çok da iyi yapmışız hava mükemmeldi. Zaten önümüzdeki haftadan itibaren sıcak olacakmış. Olur tabi ben gidiyorum ya :/


Akşam eve dönüğümde yürümekten ve fazla oksijenden sanırım leyla gibi olmuştum. Ama uzun güzel bir gün de bitiyor işte... darısı diğer günlerin başına ;)

10 Temmuz 2008 Perşembe

Moskova'dan Türkiye'ye ne gider?


Moskova’da turist sezonu açıldı ve birçok ülkeden olduğu gibi Türkiye’den de gelen turları sıkça turistik mekanlarda görmek mümkün. Müzeler, galeriler, tarihi yapılar, nehir, parklar-bahçeler, malum Moskova’da gezilebilecek sayısız yer var. Moskova’nın bir diğer özelliği ise, buradan alınabilecek çok sayıda hediyeliğin de bulunması. Siz de Moskova dönüşü eşinize, dostunuza hediye götürmeyi düşünüyorsanız, işte size hediyelik alternatifleri... Zevkinize uygun olanları seçerken onlar hakkında da biraz bilgi edinin.

Votka ve Havyar: votkanın burada pek çok çeşidini bulmak mümkün. Özellikle limonlu-biberli, ballı-biberli en çok ilgi çekenlerden. Genelde blini (Rus krebi) ile servis edilen havyar ile votka geleneksel bir tad olarak tercih edilebilir. Semaver: çok küçükten çok büyüğe, çeşitli boylarda üretilen semaver akşamüstü çay keyfi için Ruslar’ın vazgeçemediği şeylerden birisi. Şekil ve renkleri itibarıyla birer sanat eseri olan bu semaverlerin Rusya’dan çıkarılabilmesi için özel izin gerekmektedir.

Yarı değerli taşlar: kehribar başta olmak üzere, malahit, yeşim taşı, inci, Ural mermerleri gibi pek çok yarı değerli taştan yapılmış aksesuarlar Moskova’da bulabileceğiniz hediyelikler arasında. Taşın kalitesi ve işçiliğine göre farklı fiyatlarda olan bu taşlara hemen hemen her hediyelik mağaza dükkanında rastlamanız mümkün.
Ahşap oyuncaklar: Bogorodski olarak adlandırılan bu nostaljik oyuncaklar elle şekillendirilmiş ağaçtan oluşmaktadır. Ham ağaç renginde olanları veya renklendirilmiş olanları mevcuttur. Özellikle ayı figürü Ruslar için ön plandadır.
Matruşka bebekler: iç içe geçen bu ahşap boyama bebekler Rusya’nın en ünlü hediyelikleridir. Tarihi geçmişleri net olarak bilinmemekle beraber pek çok değişik hikayesi vardır. Moskova’dan giderken en çok alınan hediyelik de yine bu bebeklerdir. Şimdilerde çok değişik dsenlerde boyanan matruşkaların üzerlerinde devlet başkanlarını ya da çizgi film kahramanlarını, film yıldızlarını bile görmek mümkün.
Satranç takımları: satranç Rusya’da çok önem verilen ve sevilen bir spordur. Her çocuk küçük yaştan itibaren satranç öğrenir ve oynar. Bunun yanısıra buradaki satranç takımları da bir o kadar sanat eseri niteliğindedir. Ahşap, mermer ve malahit de dahil pek çok taştan yapılan bu takımlar biraz pahalı olmakla birlikte şık bir görünüme sahiptirler. Özellikle kurşun asker şeklinde veya klasik Rus matruşkaları şeklinde piyonları olan satranç takımları çok ilgi çeker.
Lake el sanatları: çeşitli boylarda kaseler, bardaklar, kaşıklar, tepsiler ve benzeri pek çok ahşap hediyeliklerdir. Kırmızı-siyah-altın sarısı renklerindedir ve üzerlerinde çoğunlukla çiçek motifleri bulunur. Çok pahalı olmayan bu hediyelikleri şehirde pek çok yerde bulmak mümkün.
Palekh kutular (vernikli minyatürler): yine lake tekniği ile yapılırlar ancak zemin kartonpatdır. Ancak elinize aldığınızda ahşap sanırsınız. Üzerlerine çok güzel minyatür resimler boyanmıştır. Bu resimler genelde bir masaldan alıntıdır ya da ünlü kişilerin portleridir. Aynı zamanda dini temalı olanları da vardır. Özellikle sedefle karışık olanlar ilgiçeker. Ünlü Rus ressam Ayvazovski’nin resimlerinin yapıldığı kutular ayrıca bir güzellik taşırlar. Pahalıdırlar ancak tam anlamıyla birer sanat eseridirler.
Rus Şalı: renkleri ve desenleri ile bu yün şallar hem kışın soğukta çok güzel ısıtıyor hem de güzel bir aksesuar olarak kıyafetleri tamamlıyor. Satın alırken mutlaka satıcıya üzerindeki deseni sorun çünkü bu şalların hepsinin desenlerinin bir adı ve anlamı var.
Gijel seramiği: mavi beyaz çiçek desenli seramikler Rusya’nın matruşkadan sonra en çok alınan hediyelikleri arasında. Tabak, ve fincan takımlarının yanısıra çeşitli biblolar ve süs eşyaları da bu seramikler arasındaki yerini alıyor.

Sovyet dönemi anı eşyaları: Eski eşyaların ruhu vardır diyenler için bu eşyalar birebir. Sovyet döneminden kalmış fotoğraflardan paralara, saatlerden cam eşyalara, plaklardan posterlere aklınıza gelebilecek her tür şeyi bulmanız mümkün. Ancak alırken mutlaka kaç senelik olduğunu sorun çok eski olanların iziniz çıkarılması yasak. 50 yıl üzeri olan çok kıymetli eserlerin ise çıkarılması kesinlikle yasak. Bu eşyalar arasında askeri malzemeler de oldukça dikkat çekici.

Bu hediyelikleri nereden alabileceğinizi düşünüyorsanız işte size iki adres:

Arbatskaya Lavitsa: Şehrin merkezindeki ünlü Arbat sokağında yer alan bu mağaza aynı zamanda devlete ait olduğu için pek çok yere göre fiyat olarak uygundur.

Vernisaj: Şehir merkezine uzak olmakla beraber, yanındaki ahşap Kremlin ve Vodka müzesi ile birlikte soğan kubbeli ilginç bir ahşap yapıya sahiptir. Sadece alışveriş değil bu yapıyı görmek için bile buraya gidilebilir.

Gecenin büyüsü...








Eyfel Kulesi-Paris 2007

9 Temmuz 2008 Çarşamba

8 Temmuz 2008 Salı

Zafer parkında mezuniyet sevinci


Bu fotoğrafı 2 yıl önce "Zafer Parkı-Park Pabedı"da çekmiştim. Bu yıl mezuniyet dönemi hiç gitmedim ama farklı bir manzara olacağını sanmıyorum. Bu dönem lise ve üniversiteden mezun olan tüm gençler başta kızıl meydan ve zafer parkı olmak üzere pek çok parka hücum ediyorlar. Tabi bu ya mezuniyet eğlencesinden hemen önce ya da hemen sonra olduğu için ilginç bir görünüm ortaya çıkıyor. Kızlar balo kıyafetleri, erkekler smokin veya takımları ile zafer parkında dolanırken insan kendini birden rönesans döneminde gibi hissediyor... güzel bir duygu :)

Kalabalık

Tsaritsino parkı-2007

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Bugün avangart ustanın doğum günüydü


Marc Chagall resim eğitimi aldığım yıllar boyunca ve ardından hayran olduğum ve Moskova’ya yerleştikten sonra da çeşitli sergilerde orjinal eserlerini görmekten heyecanlandığım nadir ressamlardan birisidir. 97 yıllık hayatı içine pek çok güzelliği renk ve ışıkla birlikte alan bu avangart ressam bana “avangart resim” sanatını da sevdiren sanatçılar arasında ilk sıraya yerleşti. Moskova’ya yerleşinceye kadar Avangart’dan ziyade empresyonizme ilgi duyan ben buranın havasından mıdır, suyundan mıdır, Rusya’nın çok sayıda kaliteli avangart ressam yetiştirmiş olduğundan mıdır, ilgi alanımı bu resim akımına yönlendirdim, ister istemez...

İyi de etmişim doğrusu. Pek çok sayıda Rus avangard sanatçının yanında, Chagall’ın yeri her zmaan farklı olmuştur. Kullandığı renklerdeki canlılık ve parlaklık, kompozisyonlarındaki sıradışılık bana hep özgürlük hissi uayndırmıştır. Bir Rus olarak doğan fakat sonradan Fransız vatandaşlığına geçen ünlü ressamın kısaca hayat hikayesi ise şöyle;

1887 yılının Temmuz ayında Belarus’un Vitebsk şehrinde doğan bu yetenikli dahi, yahudi bir ailenin çocuğudur. 1906 yılından itibaren resim eğitimine başlayan Chagall, 1910 yılına kadar St.Petersburg’da, 1910 yılından itibaren de 1014 yılına kadar Paris’de yaşar ve bir yandan da eğitimine devam eder. ancak 1914 yılında doğduğu şehre geri dönen Chagall bir yıl sonra pek çok resmine konu olan Bella Rosenfeld ile evlenir. Çiftin İda adında bir de kızları olur ve ressam 1917 Rus ihtilalinde devrimcileri destekler. Ancak büyük bir heyecanla desteklediği Sovyet rejimi ressamın hoşuna gitmez, 1923 yılında yeniden Paris’in yolunu tutar, 1937 yılında ise Fransız vatandaşlığına geçer.

2. Dünya Savaşı başlayınca Nazilerden kaçan ünlü ressam bu defa da ABD yollarına düşer. 1944 yılında sevgili eşi ölür ve Chagall 1946’da savaşın ardından Avrupa’ya geri döner. 1952 yılında yeniden evlenen ressam 1985 yılında, 97 yaşında Fransa’da hayata gözlerini kapar.

Avangart bir sanat anlayışını benimseyen Marc Chagall’ın aslında eserlerini kesin çizgilerle bir akım altında sınıflandırmak çok da doğru olmaz. Fovizm ve Kübizm karışımı olarak nitelendirmek çok da yanlış olmaz sanırım. Eserlerinde ilk eşi ve Yahudi dininin temalarına sıkça rastlanır. Sadece resimleri değil, vitrayları da dünyanın çeşitli şehirlerinde sanatseverlerle paylaşılmaktadır. Sanatçının doğduğu şehir Vitebsk ve Fransa’nın Nice şehrinde Chagall’ın adını taşıyan birer müze bulunmaktadır.

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Kolomenskaya Parkında Sonbahar



Kolemenskaya parkında sonbaharı bir kez olsun görmek lazım. Kırmızı, turuncu, yeşil ve kızıl yapraklar muhteşem bir manzaraya sebeb oluyor.
**********
Mevsim Sonbahar - Metro
Yaprakların
Döküldü önce
Rengin soldu ardından
Beni hiç
Düşünmeden sarıldın
Rüzgara gittin
Yağmurda yaşatmaz seni
Güneş de artık
Mevsim sonbahar
Gözlerinden anladım önce
Sonra sözlerinden
Hiç mi sevmedin
Hiç mi
Sevilmedin

Kimisi yağmur duasında, bizler burada...

Türkiye yana yana kavruldu. Ormanlar heba oldu, barajlar kurudu, herkes sıcaktan şikayetçi, su yok. Biz de burada balık olacağız yakında. Neden? Yağmurdan. Ben sıcak istiyorum, kavrulmak istiyorum, sandaletlerimi ve askılı kıyafetlerimi bugün ya yağarsa korkusu olmadan giymek istiyorum. En iyisi Türkiye’deki arkadaşlarıma hediye olarak bir parça yağmur bulutu, bir kavanoz da serin hava götüreyim. Görünen o ki onları matruşka ya da benzer hediyeliklerden daha mutlu edecek bu...

Bu yıl Moskova’nın gök kubbesi delindi. Yağmurları durdurabilene aşkolsun. Sabah kalkıyorum günlük, güneşlik mis gibi bir hava. Pencereleri usul usul açıyorum ki güneşin taze ışıkları salına salına girsin içeri. Öğlene doğru, bulutlar toplamaya başlıyor, öğleden sonra sanki tamamen farklı bir gün. Sanki sabah başka bir tarihte uyandım öğleden sonra başka bir tarih. Ya da sabah başka şehirde, öğleden sonra bambaşka bir şehirdeyim.

Yine de Moskova’nım diğer yanlarına nasıl alıştık, benimsediysek buna da alıştık sanırım. Hava sabah nasıl olursa olsun şemsiye ve ceketsiz çıkmanın bu şehirde hata olduğunu biliyoruz yani.. Ama insan memleketindeki susuzluğu, yangınları ve cayır cayır kavrulan şehirleri görünce bu ne haksızlıktır demekten de kendini alamıyor. Hani iki ülkeyinin hava durumunu toplayıp ikiye bölsek harika olacak gibi...

Havasal durumları bir kenara bırakırsak eğer, geçenlerde Cumartesi günleri bizim arka tarafta açılan pazara bir uğrayayım dedim. İki taraflı çadırlar kurulmuş, kıyafet, et, peynir, meyva, sebze toplasanız en fazla 20 stand karşılıklı dizilmiş. Peynir, kıyafet ve et standlarını direk es geçerekten toplasanız 10 tane etmeyecek sebze-meyva standlarına saldırıdm ama ne çare? Bütün standlarda hemen hemen aynı ürünler ve çoğu ya hormınlu ya da astronomik fiyatlarda. Yine de birkaç bağ (Türkiye’deki bağların onda biri kadar) ıspanak ve yarım kilo taze Ayşe Kadın fasulye bulmanın sevinci ile evin yolunu tuttuğumda, birden halime acımadan edemedim. Şimdi dedim içimden, Türkiye’de olsam, pazarda sayamayacağım standın içinden, sayamayacağım sayıda sebze ve meyvanın içinde, ne alacağımı şaşırırdım...

Neyse diyip, olana şükredip yolumuza devam edeceğiz. En azından burada yağmur var, kuraklık yok diye avunacağız ve sevgili ülkeme bol bol yağmur dileyeceğim içimden. Türkiye’deki tüm dostlara serin ve keyifli, bol sulu bir yaz, Moskova’daki tüm dostlara da bol güneşli, az yağmurlu bir yaz dileklerimle...

4 Temmuz 2008 Cuma

Çocuklar ve yansıma...

Göle taş atmak en eski oyundur insanlık tarihinde...


Yaza yeni geziler - Moskova

Moskova’nın parkları bahçeleri malum da artık aynı yerlere gitmekten aynı yerleri okumaktan sıkıldıysanız, sizi Moskova’da daha az bilinen mekanlara davet edelim. Bu parklar belki boyut olarak daha küçük olabilir, ya da içinde onlarca binayı müze olarak barındırmıyor olabilir ama hepsinin Rus tarihinde önemli yerleri olduğu bir gerçek. Üstelik bu mekanlar dünyaca ünlü sanatçılara ev sahipliği de yapmış. Puşkin, Blok, Aksakov, Vrubel gibi sanatçılara bu yerlerin doğal güzellikleri ilham vermiş. İşte sizlere bu yaz keşfedebileceğiniz üç yeni mekan:

Abramtsevo – Aмбрамцево

Abramtsevo’nun sadece küçük bir park içinde küçük, sevimli bir malikaneden oluştuğunu söylemek haksızlık olur, çünkü burada bunlardan çok daha fazlası var aslında. Burası Rusya’daki sanatların gelişimi ile yakından ilişkili bir mekandır. Malikane ilk olarak ünlü yazar Sergey Aksakov’a aitti ve genelde Nikolay Gogol, İvan Turgenov gibi ünlü yazarları ağırlardı. Gogol klasik romanı “Ölü Ruhlar”ın ilk halka okunmasını burada yaptı. Abramtsevo’nun ikinci kayde değer yaşantısı ise, buranın 1870’de sanat kolleksiyoncusu Savva Mamontov’un malikaneyi alması ile başlıyor. Mamontov buraya İlya Repin gibi büyük ressamları davet etmiş ve malikanenin arazisinde bulunan atölyeleri kullanmalarını sağlamış. Örneğin, burada Mikhail Vrubel Moskova’nın ünlü “Metropol Oteli”nin gözalıcı güzellikteki seramiklerini yapmış. Dış yüzeyde yer alan bu seramikler otelin en çarpıcı yönünü oluşturuyor. 20. yüzyılın başlarında da ünlü Rus yönetmen Konstantin Stanislavski burada, Rimski Korsakov’un Rus Foklorik temalerı üzerine drama ve operalar sahnelemiş. “Kar bakiresi” gibi. Ambramtsevo’da sahne setleri Victor Vasnetsov, Mikhail Vrubel gibi ünlü sanatçılarca dizayn edilmiş. Bahçede yer alan malikane, ortaçağ Rus oyma sanatının ruhunu ve stilini üstünde taşıyan ve Rus kğltürü hakkında pek çok bilgi sahibi olurken doğa yürüyüşünüzü geçirebileceğiniz güzel bir yer. Yine burada bulunan resimli seramikleri ile meşhur kiliseyi de kaçırmayın.
Abremtsevo Moskova’nın kuzeyinde, Kotkovo kasabasının yakınında.


Vyazemy malikanesi

Hafta sonu hava güneşli ve güzel. Siz de bu güzel havayı Ruslar için çok önemli bir kişi olan, dünyaca ünlü şair ve yazar Puşkin’in çocukluğunu geçirdiği malikaneyi görerek değerlendirebilirsiniz. “Aleksandr Puşkin bizim herşeyimizdir” Bütün Rus öğrenciler, öğretmenlerinden daha ilk sınıflardan itibaren bunu duyarlar. Ünlü şair Puşkin’in 6 Haziran’da doğum gününün de festivallerle kutlandığı Bolşiye Vyazemy, Moskova’ya çok da uzak olmayan, hem parkı hem de müzesi gezi için keyifli bir mekan. Zakarova ve Vyazemy adları ile iki ana malikaneye sahip park Puşkin’in çocukluk yıllarını geçirdiği, hayata başladığı yer.

Vyazemy malikanesi, Puşkinin akrabalarından Galitsin ailesine ait olup, bir park ve malikane kompleksidir. 16. yüzyılda yapılmış olan komplekse 19. yüzyıla kadar pekçok yeni eklentiler olmuş, kompleks zaman zaman yenilenmiş. Tecelli kilisesi, çan kulesi, güzel parklar, gölcükler ve malikanenin kendisi yenilenmiş olmalarına rağmen, Puşkin çocukken oradaydı hepsi. Burası daha çok, Puşkin’in şairane ana vatanı olarak adlandırılır ve puşkin burada Rusya’nın doğal güzelliği ile tanışmış. Burada ulusal müziği, peri masallarını ve en önemlisi de Rus dili ile tanışmış. Bu müze park, Adinsova reyonundan 30 km uzaklıkta.


Şahmatovo

“Şahmotovo’nın ana görevi, Moskova’ya cennetten bir parçayı yakıınlaştırabilmek” A.Blok
Yine bir hafta sonu geldi ve eğer bu hafta sonu Moskova’nın trafiğinden, stresinden uzak, yeşillikler içinde, kültürel bir gezi yapmak istiyorsanız bir seçeneğiniz de Aleksandr Blok’un evi olabilir. Şakmatovo’da yer alan malikane hem müzesi ile kültürel yönden, hem civarının güzelliği ile görsel açıdan sizi mutlu edebilecek bir yer. Ünlü şair ve oyun yazarı Blok’un burada nasıl bu kadar güzel şeyler yazdığını anlamak hiç de zor değil.

Solneçnorsk tarafından Moskova’ya 82 km uzaklıkta olan malikane aynı zamanda Senez gölüne ve kışın bir buzul göl haline gelen Bezdonneye’ye de oldukça yakındır. Büyük, geniş İtalyan pencereli malikanenein ana binası 19. yüzyılın başlarında inşa edilmiştir ve ünlü şair Aleksandr Blok, 1910 yılında kütüphanesi için binaya ek kanat yaptırmıştır. Pencereleri ve balkon terası ağaçlı bahçeye ve gölcüğe bakar. Burada edindiği doğa izlenimleri pek çok şiirinde kendisini göstermiştir. Bu evin Blok’un hayatındaki bir başka önemli yeri kaplaması da, şairin hayatının aşkını da burada bulmasından kaynaklanıyor. Şair malikaneye oldukça yakında oturan ünlü Rus bilim adamı Dimitri Mendeleyev’in kızı Lyubof Mendeleyev ile burada evlenir. İlk dönem şiirlerinde sık sık ondan bahsetmiştir. (Güzel Bir Kadın Hakkında Şiirler).Şahmatovo’ya kadar gitmişken yine yakınlarda bulunan, 1361 yılında Sergey Znadojenenski’nin çırağı Papaz Mefodi tarafından yapılmış olan Nikolayski Peşonski manastırı görmelisiniz.

3 Temmuz 2008 Perşembe

Objektifimden yansımalar / Metro

Moskova metrosuna hergün 8 milyon giriş yapılıyor...

Halloween / Myers'ın doğuşu


İlk izlediğim korku filmi Halloween değildi. Ama Halloween’ı ilk izlediğimde henüz 10 yaşındaydım yanılmıyorsam. Benim korku filmi tarzında izlemeye başladığım ilk seri film de bu olmuştur. O zamanlar çok korktuğumu hatırlıyorum. Her ne kadar zamanla korku filmlerine karşı bağışıklık kazansam ve artık bu türün bir tutkunu olsam da, on yaşındaki bir kız için gecenin bir saati izlemesi oldukça ürkütücü bir filmdi. Kim derdi ki bu filmin acımasız karakteri, iri yarı ve vahşi Michael Myers günün birinde altı yaşında karşıma çıkacak ve neredeyse ona üzüleceğim…Neredeyse…

Hemen hemen her çıkan iyi yapım korku filmini izlerim, hatta bunu bir tutku olarak da görebilirsiniz. Ama bu filmlerdeki, acımasız ve vahşi katillerin nasıl doğduğunu, yani doğmak darken nasıl böyle vahşileştiklerini merak etmişliğim yoktur. Aslında korku filmi bence, patlamış mısırınız ve soğuk içeceğiniz elinizde, ekranın karşısında dehşet sahnelerinde gözünü kapamadan izlemeye çalışırken deşarj olma ve belki bir parça da günlük yaşamın sorunlarından uzaklaşma sebebidir. Evet, ben de eski filmleri mumla arayanlardanım. Nedeni ise artık korku filmlerinin ya alışkanlık yarattığından ya da artık işlenecek çok da ilginç konu kalmadığından çok tahmin edilebilir olması. Bu nedenle belki de Halloween konusu ile beni çok cezbetti. Çünkü filmede farklı bir konu yakalama kaygısı yok, efektlerle ortalığı cehenneme çevirme ya da sırf insanların ağzı sonunda bir karış açık kalsın diye sürpriz yapalım kaygısı da yok. Sadece bir korku filminin sıradan tadı var. Bol kan, dehşet ve iri kıyım bir psikopat. Hazır sözü geçmişken, Michael Myres’ı oynayan Tyler Mane ise cüssesi ile bu karaktere tam oturmuş doğrusu. Daha sahnede boy gösterir göstermez, hiçbirşey yapmasa da insanı korkutacak cinsten bir tipi var…

Fimlimizin baş kahramanı –kahraman kelimesi tabi pek uymadı belki baş psikopatı demek lazım- Michael Myres daha altı yaşındadır. Zor bir çocukluk geçirmektedir. İlgisiz, sorumsuz ve bir o kadar da sinir bozucu çalışmayan baba, ailesini geçindirmeye çalışan bu sebeble de striptiz barlarda dans eden bir anne, kendini beğenmiş ve bir o kadar da kafayı sekse takmış bir abla ve bütün bunlardan habersiz, saf ve masum bir bebek kız kardeş, sürekli evde bağrış çağrış ve kavga arasında altı yaşında bir çocuk nasıl sağlıklı kalabilir ki? Elbette bu koşullarda yaşayan herkes psikopat olmuyor ama bu çocuk ilerde nasıl biri olacağının o yaşlardayken sinyalini vermeye başlıyor. Bilirsiniz ki Myres’ın en bilinen özelliği maskesidir ve o daha altı yaşında maskelere takıntı yapmış. Hayvanları öldürürken bile maskesiz bunu yapmıyor. Ne yazık ki bu vahşi hareketleri hayvanlarla sınırlı kalmıyor. Okulda da sürekli dışlanan ve küçük görülen Michael ilk katliyamına Halloween günü imzasını atıyor. Kız kardeşi, kızkardeşinin sevgilisi ve babasını vahşice öldüren Myres, gayet soğukkanlı bir şekilde evlerinin merdiveninde kucağında aslında içten içe çok sevdiği bebek kardeşi ile bulunur ve anında akıl hastanesine yatırılır. Hapisane şeklindeki hastane ne yazık ki bu psikopatı sadece 21 yaşına kadar tutabilir. Hastaneden kaçan Myres bu defa da küçük kız kardeşinin peşine düşer.

Peşin peşin belirtmekte fayda var. Eğer kan görmekten hoşlanmıyorsanız bu film hiç size göre değil. Bunun yanısıra bir çocuğun bir psikopata dönüşünü gösteren gerilimli bir film ve gerilim filmi sevenlere bir gece ışıkları kapatıp, popcorn ve içeceğinizle seyretmenizi öneririm. Halloween’ın orjinal dilindeki DVD’sini, Garbuşka’dan 200rubleye alabilirsiniz. İyi seyirler...

2 Temmuz 2008 Çarşamba

objektifimden yansıyanlar / Bir Başına

Tsaritsino parkı-30.09.2007


Malina çılgınlığı




Tamam, kabul ediyorum. Ben de bazen bu kart çılgınlığına kapılıyorum. Hatta cüzdanım kartların kalınlığından artık kapanmaz oldu ve yeni kartları nerelere sıkıştıracağımı bilemiyorum. Bu Moskova’da genel bir hastalık mı yoksa sadece biz Türk bayanlarında mı var bilemiyorum ama bazen çok işe yaradığını da itiraf etmem gerek. Keşke tek bir kart olsa ve tüm mağazalarda geçse diyorum bazen içimden, bizi şu kart taşıma zahmetinden kurtarsalar...



Önce Ramstore kartı ile başladık sanırım bu çılgınlığa ve ardı arkası kesilmedi. Hangi mağazaya girseniz, hangi kafeye otursanız garsonun ya da tezgahtarın ilk sorduğu şey “Kartınız var mı?”. Niye otomatik olarak fiyatları yüzde beş azaltmıyorsunuz ki? Hatta alnımıza bir çip yerleştirelim, biz buranın devamlı müşterisiyiz, buyrun okutun çipinizi alın indiriminizi...



Hani büyük mağazaları biraz olsun anlar gibiyim. Fena da olmuyor hani mesela Stockmann'daki yüzde beş indirim. Yaz gelmiş, çocukların kıyafetleri olmuş bir karış, daha Türkiye’ye de gitmeye zaman var. Ne yapacaksınız? Kartınızı kaptığınız gibi mağazalara koşacaksınız. Bin harcayıp dokuzyüz ödeyeceksiniz. Hiç fena değil düşününce. On üründen biri bedeva... ya da arkadaşlarınızla buluştunuz, oturdunuz bir restorana neden bahşişiniz bedavaya gelmesin? Benim cüzdanda bir yerlerde bir yüzde beşlik Starlite kartım olacaktı, hangi araya sıkıştırdım ki...
Ama işi abartanlar da yok değil. Mesela Kafe House’da indirim kartı yok, onun yerine bir türlü ne işe yaradığını hala anlayamadığım başka birşey var. Ama şekli çok güzel, cüzdanımda şık duruyor... karta para yüklüyorsunuz, ama aynı zamanda alışverişinizden de bonus yükleniyor, sonra canınınızın çektiği bir an harcıyorsunuz. Onunla kim uğraşacak? Ama Kafe House’ların flayerleri benim favorim. Bir zamanlar sokakta bile dağıtıyorlardı, artık mumla arasanız bulamıyorsunuz. Bir kahve alana ikincisi bedava...



Kafelerin, mağazaların kartları bir yana, asıl bir kart varki sormayın... herkes belli restoranlarda yer, belli mağazalardan alışveriş yapar oldu. Bazen ben bile sanki eşime baskı yapıyorum gibi geliyor bu konuda. “Malina” kartından bahsediyorum. Biz bayanlar bir araya gelince mutlaka şu malina olayı bir gündeme geliyor. “Sen ne aldın Malina’dan?” “Ekmek makinasını kaldırmışlar Malina’dan”... bedava sirke baldan tatlıdır... Hoş ne derece bedava oluyor bir düşünmek lazım. Bu kart belli mağazalarda ve restoranlarda geçiyor. Dikkat ediyorum da geçtiği yerler ekonomik açıdan hiç de ucuz yerler değil doğrusu... Ama kaptırdık bir kere... İşin ucunda bilnitsa var...
Yani hayatımızı kartlar yönetiyor. Canınız belki o gün Mc.Donalds’dan bol kalorili bir hamburger çekebilir ama olmaz... Malinanız orada geçmiyor, nasıl balans biriktirirsiniz sonra? Onun yerine yemeğe 7 katı para verip aslında canınızın hiç de istemediği pizzayı yemiş bulursunuz kendinizi... Ama bedava tencere alabilirsiniz artık ne mutlu size...



Mc. Donalds demişken... yakında onun da yüzde bilmem kaçlık indirim kartı çıkarsa hiç şaşırmayacağım doğrusu. Hoş Mc. Coffee’nin bilmem kaç tane ürün alınca bir bedava ürün kartı var ama hadi onu fasülyeden sayalım...

30 Haziran 2008 Pazartesi

Objektifime takılanlar / Yapraklarla dans


Tsaritsino parkı-30.09.2007


Gezgin gözüyle Rusya ve Kafkasya


Rusya ve Kafkasya’da yaşayan 43 gezginin farklı kalemlerinden anlattığı 368 sayfalık bir eser olan “Gezgin gözüyle Rusya ve Kafkasya” internetten satışa sunuldu. Editörlüğünü Timur Özkan’nın yaptığı kitapta 43 ayrı gezgin gördüklerini okuyucuya kişisel deneyimleri ile harmanlayarak aktarıyor. Kitapda Rusya’nın bilinen şehirlerinin yanısıra, daha az bilinen bölgelerinden de bilgiler bulmak mümkün. Benim de bir adet yazımın yer alacağı “Gezgin gözüyle Rusya ve Kafkasya” kitapçılarda 14.50YTl fiyata satılacak.İşte kitabın tanıtım yazısı:

Kuzey komşumuz, Rusya ve Kafkasya, tarihin her zaman en çok merak edilen bir bölgesi olduğu gibi birçok kez de kitap veya yazı konusu olmuş, bu kitap her zaman çok merak edilen bu coğrafyayı, bu defa “gezgin gözüyle” tanıtmak amacıyla hazırlanmış. Aralarında deneyimli gezgin ve yazarların yer aldığı 43 farklı kalemden Rusya ve Kafkasya, gezilecek yerleri, mutfağı, kültürü vb özellikleri ile geniş şekilde anlatılıyor. Rusya’nın en bilinen yerleri Moskova ve St. Petersburg’dan başka en batısındaki yavruvatanı Kaliningrad’dan Sibirya’ya, en kuzeyindeki Yakutistan’dan, göç yollarının başlangıç yeri Tuva ve Hakasya’ya kadar çeşitli bölgeleri, ayrıca Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan hakkında bir çok yazı bir arada.

Kitabı siperiş edebileceğini adresler:

http://www.kitapturk.com/V2/Pg/MetaDetail/Number/38464.htm

http://www.tulumba.com.tr/storeitem.asp?ic=zBK337910CE370&t=Gezgin%20G%C3%B6z%C3%BCyle%20Rusya%20ve%20Kafkasya%20Kolektif

Hiçbirşey için geç değildir...


“İnsanlar arasında ‘Ölüm vaktinizi öğrenmek istermisiniz?’ anketi yapılmıştı ve insanların %96’sı hayır cevabını vermişti.” - The Bucket List

Kaçımız hayatımızın bir bölümünde, yani o kaçınılmaz son gelmeden önce mutlaka yapmamız gerekleri gösteren bir liste yapmamışızdır ki? Kaç kişinin hayallerini böylesine uçuk bir listeyi baştan sona gerçekleştirebilecek güce sahip olmak süslememiştir? Herkesin kendi içinde yapmak isteyeceği mutlaka birkaç şey vardır. Belki çok basit belki çok karmaşık bir hayal ama o tamamen size aittir ve belki de hayatın amacı o hayalde gizlidir.

Ya ne zaman öleceğinizi bilseydiniz? O zaman günlerinizi nasıl geçirmek isterdiniz? “The Bucket List – Şimdi ya da Asla (Пока не сыграл в ящик)” ölmek üzere olan iki yaşlı adamın, hayatlarının son günlerini nasıl geçirmek istedikleri ile ilgili biraz hüzünlü, biraz düşündürücü, biraz keyifli bir film. Elbette filmi keyifli kılan Holywood’un iki usta aktörü. Jack Nicholson ve Morgan Freeman...

Bilemiyorum ama ben sanırım ne zaman öleceğimi bilmek istemezdim. Evet ben o klişe %96’nın içinde yer alıyorum. Oysa Carter (Morgan Freeman) kendini %4’lük azınlıktan görüyor, belki de yanılıyor... Birbirine tamamen zıt iki karakter Carter Chambers ve Edward Cole (Jack Nicholson). Ama kaderleri bir hastane odasında birleşiyor. Carter çoluklu, çocuklu, torunlu bir aile babası ve araba tamircisi. Edward ise yediği önünde yemeği ardında, milyoner bir iş adamı, ama bir o kadar da yalnız. Filmin aslında en sakin, durgun kısmı hastane odasında geçen kısım. Oldukça da uzun. Ama asıl insanı düşünmeye iten kısım da sanırım bu. Yine de elbette seyirci eğlenceli kısmı yani hayallerini gerçekleştirdikleri hareketli kısmı tercih edeceklerdir.

Aynı odada kalan biri son derece inançlı, diğeri son derece aksi bu iki adam sadece birkaç gün önce birer yabancıyken birden yoldaş olup çıkıveriyorlar. Buna sebeb ise Carter’ın son derece masumane bir şekilde hazırladığı ve asla yapamayacağını düşündüğü listesi. Bu listede hayatta gerçekleştiremediği ama ölmeden önce yapmayı çok da istediği bazı hayalleri yer alıyor. Listenin yanlışlıkla Edward’ın eline geçmesi ile olayların seyri birden değişiyor ve iki yaşlı adam kendilerini bir dünya turunda, son derece ekstrem şeyler yaparken buluyorlar.

Film elbette güçlü oyuncu kadrosu ile (Oyuncu kadrosundan kastettiğim kesinlikle Freeman ve Nicholson) insanı kendine çekiyor. Aslında düşününce, konu oldukça bilindik. Ama Freeman’ın küçük bir “hıhıhh” demesinden ne demek istediğini, ne hissettiğini anlayabilmeniz, bir bakışı ile sanki beyninden geçenleri ve hayat felsefesini görebilmeniz sanatçının üstün oyunculuk yeteneğine hayran bırakıyor. Nicholson’ın ise hınzır bakışlarının altında, beyninin bir köşesinde ne tilkiler dolaştığını anlamanız hiç zor değil. Bir gülüşü ile ne kadar müstehcen, ne kadar ciddi, ne kadar duygusal olduğunu görebiliyorsunuz.

Filmde iki şey daha iyi olabilirdi… Birincisi listeyi hazırladıktan sonra Edward’ın Carter’ı ikna etme sahnesi biraz zayıf kalmış. Filmin kilit noktası olan bu sahne üzerinde daha fazla durulabilirdi. Sanki insanda bir an önce sonuca ulaştırılmış hissi veriyor. Ikincisi ise listede yazanları yerine getirmeye başladıklarındaki hızlı ve kopuk kopuk geçen sahneler. Hızlı bir sanal dünya turu gibi sanki. Ancak bütün bunlara rağmen kesinlikle seyredilmesi gereken, seyrederken gülümserken gözyaşlarınızı sildiren hoş bir film.

Peki sizin listenizde neler olurdu? Belki de daha geç olmadan bir liste yapmakta fayda vardır ne dersiniz?
Yönetmen: Rob ReinerOyuncular: Jack Nicholson, Morgan Freeman, Serena Reeder, Sean HayesSenaryo: Justin Zackham Tür: Dram, Komedi
Filmin sitesi: http://www.thebucketlist.net/

26 Şubat 2008 Salı

Gitmek ya da kalmak: İşte bütün mesele bu

Şehir
Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

Konstantinos Kavafis (Çeviren Cevat Çapan)

Neden bu şiir bana hep Moskova’yı ve son 10 yılımı hatırlatıyor? Çünkü akıllarda hep aynı soru var. Gitmek mi kalmak mı? İşte bütün mesele bu...

Bir zamanlar bilinmez bir yolculuğa çıktık. Umutluyduk, hayallerimiz vardı. Belki dedik bir kaç yıl geçer bu uzak şehirde. Birkaç yıl yeterdi bize. Ama bu şehrin bir alışkanlık yaratacağını nereden bilebilirdik?

Şimdi bazı zamanlar gitsek mi diyoruz... Geldiğimiz gibi dönsek mi? 10 yıldır dönemedik ki. Şimdi ne değişti? Aslında hiçbirşey. Bunca zamandır neden dönemediysek o yüzden hala dönemiyoruz işte. Uzaktan tatlı tatlı çağıran yedi tepeli şehrimiz. Ama biz bu kayın ormanını bir türlü bırakamıyoruz. Çünkü dönersek bu şehir peşimizden gelecek diye korkuyoruz.

Oysa ne kadar çok dönen oldu. Melekler oldu, Fahriyeler oldu, Eserler oldu, Haleler oldu, Nurtenler oldu... Hepsinin ardından imrenerek baktık. Hem imrenerek baktık hem de endişeyle baktık. Herkes bulunduğu yerde yaşamını kendine göre kuruyor. Ama acaba bu şehir onların peşini bıraktı mı? Bu bir muamma...

Aslında ben artık gitmekle dönmeyi birbirine karıştırır oldum. Şimdi buradan gitmek mi oluyor bu yoksa dönmek mi? Eğer gitmekse o zaman evim olan bir yerden ayrılmış olmayacak mıyım? Yoksa dönmek mi? Ama dönersem orası hala benim evim olarak duruyor mu?

Korkunç bir ikilem.

Aslında bazıları döndü bazıları gitti. Tüm hayatım gitmekle geçmişti oysa. Bir şehirden öbürüne tayinlerle. Sanmıştım ki ben gitmeye alışığım. Bazen de dönüşlerim oldu. Sandım ki dönmek daha kolay. Ama en çok dostlarımın gitmesi üzdü beni. Öyleyse en zoru göndermek... Ama ben göndermeye de alıştım sanmıştım. Ne kadar da yanılmışım... Bunu ilk defa yıllar önce buradan gönderdiğimle anladım. Ama bu duyguyu unutmuşum...

Üç gün önce yeniden anladım ki en acı veren göndermekmiş. Kaç kişiyi gönderdik, yolcu ettik, arkasından su döktük de geri gelmediler? Geri gelmek yani dönmek isterler miydi tekrar buraya? Dönmek mi? Peki onlar için buraya gelmek dönmek mi oluyor? Belki de... Acaba bunu anlamak için daha kaç Ebrular göndermek gerek?

Acaba aynı sokaklarda dolaşıp bu evlerde mi saçlarımıza kırlar düşecek ne dersiniz? Ömrümüzü bu köşede mi tüketeceğiz? Peki bu cesaret mi yoksa korkaklık mı? Karar veremiyorum...
Gidenlerin ve dönenlerin buraya tekrar gelmesi, yanıbaşımızdaki dostların hep bizimle olması umuduyla... Çünkü çekilmiyor uzaklar onlar olmayınca...


Resim: Mehmet Aksoy'a ait Ayrılık isimli mermer heykel

25 Şubat 2008 Pazartesi

Duyduk duymadik Demeyin ...

Efendim sonunda beklediğimiz oldu ve Özgür tutkun olduğu işi yapmaya başladı... Soruları alalım :)

Özgür kim?
Tutkun olduğu iş ne?
Ne yapıyor?
Ne zamandan beri yapıyor?
Nasıl ulaşabilirim?

Cevap veriyorum:

Özgür buradaki çok sevdiğimiz dostlarımızdan birisi.
Tutkun olduğu iş radyoculuk
Radyo açtı yayın yapıyor
Yeni açtı sayılır, test yayını birkaç aydır sürüyor ama 15 Mart’dan itibaren test yayını bitiyor, normal yayına geçiyor
www.rocktuel.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Özgür rock severlerin çok hoşuna gidecek bir radyo yayını yapıyor. İlk defa 1993 senesinde radyo programı yapmış. Şimdiş ise internet radyoculuğuna soyundu J Kendisini tebrik ediyorum ve başarılarının devamını diliyorum ... Bizi muhteşem müzikler ile gün boyu mutlu ediyor sağolsun...

Not: Rock, Hard Rock, Metal, Heavy Metal, Doom Metal, Gothic Metal, Power Metal sevenlere şiddetle tavsiye edilir.

www.rocktuel.com

Ayrıca Özgür ile yaptığımız röportajımız: http://www.moskovalife.com/content/view/1635/28/

Müziksiz kalmayın efem :)

19 Ocak 2008 Cumartesi

Bağımlılığın böylesi...

Aslında galiba en iyisi hiçbir maddeye bağımlı olmamak. Ama gelin görün ki günümüzde bağımlılık yapan maddelerin sayısı ve çeşidi giderek ertıyor. Üstelik bu maddelerin bağımlılık yapabilmesi için yenmesi ya da içilmesi de şart değil. Bu maddelerin pek çoğu size olduğu kadar etrafınızdakilere de zarar veriyor. Bu nedenle bir maddeye bağımlıysanız, etrafınızca sevilmeyebilirsiniz, bunu unutmamak gerek. Her olur olmadık yerde\ olur olmadık zamanda bağımlılığınızın kurbanı olmamalısınız. Dünyanın her yerinde bu böyle...

Bu bağımlılık yaratan maddelerin en bilineni elbette sigara ve alkol. Ardından uyuşturucu, kumar gibi başkaları da geliyor. Bazı maddeler sadece kullananı etkiliyor ve diğerleri kadar ölümcül olduğu söylenemez. Kola gibi mesela. Ama bazıları var ki insanı gerçekten çileden çıkarıyor. Günümüzün yeni bağımlılıklarından birisi, “Cep telefonu bağımlılığı” gibi. Birçok kişi artık cep telefonsuz evden dışarı adımını bile atamıyor. Düşünüyorum da eskiden cep telefonu yokken neler yapıyorduk, anımsayamıyorum bile. Aslında bu telefonların zararları bile hala kesin olarak kanıtlanamamış. Daha doğrusu bir kısım uzman zararlarını bir kısmı da zararsız olduğunu anlatıp duruyor. Ama bu bahsettikleri zarar insan vücudunda yarattıkları ile ilgili. Bense işin farklı bir boyutuna değineceğim.

Cep telefonu bağımlıları çoğunlukla işkolikler ve gençler. Bir de Ruslar... Evet kesinlikle her yaştan Ruslar. Özellikle de uçakla seyahat edenlerin ciddi bağımlılığı var. Üstelik bu bağımlılıkları en basitinden sinir gerginliği yapıyor, en kötüsü ise can güvenliğimizi tehdit ediyor.

Yine tatil dönemiydi ve ben de leyleği havada görmüş olacağım ki hep havalardaydım. Havada olup da bir hostesin bir yolcuyla çatışmasına şahit olmadan olur mu hiç? Olmaz elbette. Ama nedense bu uçuş İstanbul-Moskova arası ise genelde cep telefonları yüzünden çıkıyor.

Belki şahit olmuşsunuzdur. Ruslar uçakta telefonla konuşmayı çok seviyorlar. Gerçi artık pek de eskisi gibi değil, onlar da asıl tehlikenin farkına vardılar. Ama bu defaki daha bir başka olaydı. Şimdi efendim cep telefonlarında yeni bir uygulama var. Telefonunuz açılırken size soruyor. Normal modda mı yoksa uçuş modunda mı açmak istiyorsunuz. Eğer uçuş modunda açarsanız telefonunuzun telefon özelliği ve internet özelliği hariç her fonksiyonundan yararlanabiliyorsunuz. Müzikçalar, fotoğraf ya da klip izleme gibi elbette. Gelin görün ki bizim uçaklarımızda henüz bu teknolojiyi karşılayacak teknoloji yokmuş ya da belki de hosteslerimiz bi haber bilemeyeceğim. Genç bir Rus vatandaşı arkadaşımız da artık müzik dinlemek için mi fotoğraf çekmek için mi bilemiyorum telefonunu uçuş modunda açık tutmak isteyince hostes bayanla başladılar tartışmaya. Her zamanki gibi lacivert takımlı hosteslerimiz galip geldi elbette. Koltuklardan yükselen olur mu canım, telefon bu çok tehlikeli ve bir çok başka sesli tepkiyi de göz ardı etmemek lazım.

Bizim uçaklarımızda bu “Uçuş modu” teknolojisi var mı yok mu bilmiyorum. Yoksa hosteslerimiz mi konudan bihaber onu da bilmiyorum. Ama daha uçağın tekerlekleri piste değip de şu bilindik sarsıntıyı hisseder hissetmez koltuklardan yükselen çeşitli telefon açılma melodilerini de anlamak mümkün değil. Uçak bırakın körüğe yanaşmayı daha doğru dürüst inmemiş bile. Yani 10 dk beklemek neden bu kadar büyük bir sorun? Diyelim ki o anda aradınız eşinizi, dostunuzu ya da bir başkasını ve dediniz “Geldim”, diyelim ki uçağın iniş takımlarında sorun çıktı başladı uçak pistte sürüklenmeye...

Düşüncesi bile korkunç değil mi... Doğum gününü bir gün bile önceden kutlamıyorsunuz, kötü şans diye ama “Geldim” demek için 10dk bekleyemiyorsunuz. İşte ben bunu anlamıyorum... İyi ve güvenli uçuşlar...